Günün Sözü

Umut her daim vardır...

20 Ekim 2013 Pazar

Çin Günlüğü XI (Same all, Same all)

Tatilden döndükten sonra ciddi şekilde bir tatile ihtiyacım var. Geçen son 12 günün hızına yetişemiyorum. Arada yavaşlattığım zamanlar da oldu elbette. Fakat iyi bir dinlenmeye ihtiyacım olduğu konusunda vücudum sinyaller veriyor. Mesela evime döndüğümde yapacağım ilk şeylerden biri, şöyle ılık suya tuzu doldurup,  ayaklarımı en az 1 saat kadar dinlendireceğim. Shanghai yürümekle bitmez diyen biri varsa çıksın karşıma aksini ispat edebilirim. Ayaklarımda ki izleri de delil olarak sunabilirim. Elbette en azından!  yarısını yürüyerek bitirdim. Pudong Bölgesinde fazla dolaşmadım doğrusu. Same all, same all durumu... Kocaman kocamn binaların diplerine varmadan karşıdan görmem de sayılır herhalde. Daha önce de söylediğim gibi şehrin o yakası tamamen iş ve finans kurumlarının  merkezleriyle dolu ve zaten hayatımın büyük zamanı öyle bir yerde geçerken tatilde de eksik kalıversin istedim.

Bu Çin bizim bildiğimiz Çin değil söyleyeyim size.  Ne kadar kung fu filmi seyredip etkisinde kalmışız. (Ya da ben kalmışım!) Dövüş sanatlarına ilişkin hiç bir şey yok ortada. Hatta satın almak isteseniz kıyafetleri bile yok... Gelmeden önce bir kaç tane sipariş verilmişti. Hazır Çin’e geliyorum, e olayın merkezi orası deyip Aikido için Hakama siparişi verildi almam için. Ancak aramadığım bakmadığım yer kalmadı ve maalesef bulamadım. (Belki de Çine özgü değil de Japonlara özgü bir şey olduğu içindir ancak uzakdoğu uzakdoğu işte, yine de olmasını umuyor insan)  Burada her türlü sportif malzemeyi bulabileceğiniz büyük bir mağaza var. Aslında her bölgede birer tane varmış. Dün sabah kalktım, haritadan adresi buldum, metroya bindim elimle koymuş gibi buldum. Kocamaaaannnn hangar gibi bir yer. Hakama ve kendime de almak istediğim karate giysisinin dışında her şeyi aldım fakat istediklerimi bulamadım. Sorduğumda verilen cevap şu: ”Böyle şeyler almak isteyen insanlar çok yok, satamadığımız için getirtmiyoruz!”  Buyrun buradan yakın. Çinlilerin bile suyu çıktı. Kung fu falan yapan yok artık burada. Biz hala filmleri seyredip herkesin öyle şeyler yaptığını ya da bildiğini sanalım külliyen yalan! Bizim ata sporu güreş nasıl ki yok olmak üzere bunların da dövüş sanatlarına olan bağlılığı çoktan tarihin tozlu sayfalarında yerini almış bile. 

Artık Çin deyince aklıma ilk gelen şeyler, adım başı tapınak (Shanghai’da çoğu kocaman modern binaların arasında sıkışıp kalmış) ve kocaman binalar olacak. Hee birde ulu orta kimseye aldırmadan yola, oraya buraya tüküren erkekler, anime karakteri gibi kızlar, Çinli kız hastası olan Batılı erkekler, metroya iniş binişte henüz medeniyete ulaşamamış insanlar (buna bizim millet de dahil) garip işleyen bir trafik sistemi (aynı anda hem yayaya hem araca geçiş izni veren ışıklar mesela) her tarafta  bisikletler, mobiletler ve  vespalar... Ama en önemlisi hiç unutamayacağım nefis ve ucuz yemekler...    

Dün akşam üzeri tam hava kararmaya başlarken Bond’a gittim. The Bond tüm iş merkezlerini görebileceğiniz nehrin kenarına deniliyor. Oraya vardığınızda şu söz ettiğim Pudong Bölgesinin binalarını, ışıklarını yakmış bir halde tüm  ihtişamıyla karşınızda bulabilirsiniz. Görülmesi hoş bir manzara gerçekten. 




Bu akşam ayrılıyorum artık. Eve dönüşe yavaş yavaş saatler kaldı. Şu an yine Fransız Bistro’da bir yandan kahvaltı yaparken bir yandan yazıyorum. Bu şehirde gördüğüm kadar Fransızı sanırım Paris’e gitsem göremem. Sanki tüm Fransa kopmuş buraya gelmiş. Fransız Bölgesinde zaten Çinliler turist gibi. Ancak adamların hakkını vermek lazım. Bölge bu şehirdeki en muhteşem bölge. Her taraf inanılmaz cazip binalar, cafeler, barlar, restaurantlar ve minik dükkanlarla dolu. Minik dar sokaklar size Çin’de değilde başka bir şehirdeymişsiniz hissi veriyor.  Dün akşam yemeğe yine o bölgeye gittik. Bu sefer Sushi yiyelim dedik. Geldiğimden beri deneme fırsatını her yerde bulamayacağım tüm mutfakları denedim. Çin’in Yunnan Bölgesi, Hunan Bölgesi, Tai Mutfağı, Pekin Mutfağı derken bir de Japon mutfağını da atlamayalım dedim. Türkiye’de de bilirsiniz, mutfaklar bölgelere göre değişir. Karadeniz yemekleiri, Ege yemekleri vs deriz. Hatta Antep mutfağı, Urfa , Adana Kebabı vs diye saydırırız.  Çin’de de durum  böyle.  Çin’in bölgelerine göre yemekler farklılık gösteriyor.  Ben en çok Yunnan Bölgesini beğendim...

Şimdi gelelim Sushi’ye. Ağlayacaktım üzüntümden. Dün akşam benim yediğim kadar Sushi’yi İstanbul’da biri yese küçük bir servet ödeyebilirdi. Tek başıma epey ciddi performans gösterebiliyorum yemek yerken. Benim dikkate alınması gereken bir potansiyelim var bu konuda. On Kaplan gücünde yiyebiliyorum anlayacağınız. Şükürler olsun o kadar yemeğe henüz ciddi bir kilo problemi yaşamıyorum onu da belki sürekli hareket halinde olmama borçlu olabilirim. Ancak arkadaşlar, kesinlikle dün benim yediğim Sushi’ler birinin cüzdanında ufak şiddetli bir sarsınrıya sebep olabilirdi. Eğer İstanbul’da olsaydım!!!  Üzüntüm bu yüzden...  Bütün o 3 kuruşa mal olan yemekleri bırakıp gidecek olmam bana en fazla üzüntü veren şey... Yedim, içtim, içkisini de çayını da bırakmadım hepsini de ısmarladım ve ödediğim alt tarafı 30 TL. Bu arada söylemeden geçemeyeceğim Japon Ashati birası nefismiş. Bazı şeylerin hala Türkiye’de olmaması ne yazık. :(

Yolculuğun sonralarına doğru sanırım herkesin yapacağını yapıyorum ve geçen son 10 günü gözümün önünde canlandırıyorum. Sonra en çok ne beğendim diye kendime soruyorum. Bu şehri tam ayrılmak üzereyken ezberledim. Ve şunu da bir kez daha ispat etmiş oldum ki, her şehir ilk gidildiğinde herkese yabancı gelir. Ancak o yabancılık en fazla 2-3 gün sürer. 3. günden sonra hiç bir şehir size artık yabancı değildir. Bana da olan bu. İlk anda itiraf edeyim kocaman binalarının beni korkuttuğu ve insan burada kaybolur diye düşündüğüm şehir artık her yerini avucumun içi gibi bildiğim bir yer haline geldi. Özellikle dün bütün gün sokaklarda  dolaştım,  şehrin bir ucundan diğer bir ucuna gittim. İlk anda nasıl olacak bu iş deyip ürktüğüm her şey çocuk oyuncağı gibi geldi. Metro,otobüs, taksi, yürüyerek yol bulma, geçtiğiniz sokakları artık tanımanız, yanından geçtiğiniz her yerin aşina gelmesi, sanki uzun zamandan beri burada yaşıyormuşsunuz gibi bir hisse kapılmanız sadece an meselesi aslında. Bu şehir gerçekten değişik. Hem Batılı hem Doğulu izler taşıyor. Yabancı nüfusun fazlalılığı elbette buna etken. Ancak yüksek binalar, katlarını sayamayacağınız kadar büyük gökdelenler sanki Shanghai’da değilde Manhattan’da olduğunuz hissini veriyor. (Ettiğim lafa bak! Manhattanmış! Sanki gidip gelmişim de çok biliyorum! Neyse canım, filmlerden gördüğüm kadarıyla diyorum. Zaten kim Manhattan’a gitmek ister ki? Yüzlerce film sayesinde gitmiş, görmüş kadar olduk!)

Ben de cahil cahil hala Vietnam savaşı sırasındaki Shanghai’yı görmeyi umuyorum. Bazen şu hayal gücüme ben bile şaşırıyorum doğrusu. Elbette biliyorum günümüzde öyle bir yer olmayacağını ama yine de ümit ediyorum o havayı soluyacağım diye. Mesela Beijing’i görebilseniz hala o Çinli izler ve Çinli ruhu çok net şekilde görülebilmekte, Shanghai ise artık bir Ticaret Merkezi. Globalleşmiş ve buraya artık Çin şehri değil de, dünya şehri diyebiliriz.  Ancak biri bana bu şehirde kal, buarada çalış, burada yaşa dese??? Kabul eder miyim??? Sanırım cevap: evet olurdu...  Böyle de bir şehir burası. Yaşamak burada çok güzel olurdu. Çünkü size yapmak istediğiniz her şey için imkan verebiliyor. Aklınıza ne gelirse yapabiliyorsunuz. Eğitim, iş, gezmek, tozmak, yeni beceriler edinmek, farklı yerler görmek... 

Burada ki yabancıların hepsi kendi ülkelerinde sahip olmadıkları bir çok imkana sahip. Burada daha çok sosyaller. Ve aslında en güzeli, buradaki yabancılar farklı milliyet olarak kimseyi ayırmadan herkesi bir kulvarda tutabiliyorlar. Amerikalısı, İngilizi, Norveçlisi, Fransızı, Hintlisi hepsi arkadaş. Hem de yakın arkadaş. Birlikte planlar yapıp, birlikte kulüplere katılıyorlar. Tatillere beraber çıkıyorlar. Herkesin mutlaka, mobilet ya da bisikleti var. İşe bisikletle gidip geliyorlar. Hepsi ama hepsi mutlaka koşuyor, koşu gruplarına katılıyor.  Sosyal yaşam gerçekten çok renkli. İş hyayatı da o derece ciddii ve hiç bir şey birbirine karışmıyor.

Ama en ilginç şeyi yazıyorum şimdi. İlk defa gittiğim bir yerde aradan 12 gün geçmesine rağmen havaalanından sonra hiç bir Türkle karşılaşmamış olmam! Nasıl ama? Şaşırtıcı değil mi? Bir tanesiyle bile denk gelmedim.  Havaalanından sonra ne yaptılar bunları, toplayıp başka yere mi götürdüler diye şüpheye düşmedim değil. Çünkü sonuçta kocaman bir şehir değil, bir şekilde tüm gün sokaklarda dolaştım,  bir şekilde denk gelmem gerekirdi ancak olmadı! What an awsome it was!!!            

Şimdiden kara kara dönüş yolculuğunu düşünüyorum. O uçakta saatlerce zamanın geçmesini beklemek bana ikinci şubede işkence düşüncesi gibi geliyor. Oyalanmak için aklınıza gelen her şeyi yapıyorsunuz, saate bir bakıyorsunuz,  daha çoooookkk uzun yol var gidecek. Geçmiyor da geçmiyor. Bu sabah çok erken uyandım, akşama kadarda sokaklarda dolaşacağım eğer çok yorarsam kendimi belki (yani tüm kalbimle ümit ediyorum ki)  uyurum uçuşta.


Sanırım bir sonraki yazıyı uçakta yazarım, hatta ilk yazımın düzenlemesini yaptıktan sonra dönüşteki ilk yayını da uçakta yaparım. Vay canına, teknoloji ne hale geldi! Artık havada bile internete bağlanıp işimizi gücümüzü yapabiliyoruz. Pehhh!!!

1 yorum:

  1. Bir sehri adım adım gezmek ve tanımak çok hoş olsa gerek bunu yapmalıyım diye düşünüyorum ilerde bu arada tek başınıza mi gezdiniz ? Çince biliyor musunuz?

    YanıtlaSil