Gerçi her yer Türk.
Havaalanında başladım görmeye o andan itibaren görmemezliğe geldim. Neyse ki
bugün hiç bir yerde görmedim Türk. Eminim onlar da benimle karşılaşmak
istemiyorlardır. Zaten insana da haksızlık gibi geliyor. Kalk taaa İstanbul’dan
o kadar yol yap, Pekin’e gel, sonra da
sanki Türkiye’deki gibi Türk muhabbetine devam et. Almayayım dedim, devam
ettim.
Çinliler çok dost canlısı insanlar. Görevliler dışında halk
doğrusu İngilizce bilmiyor. Ya da bana denk geldi. Gerçi zorda kaldığımda, bir
şey soracak olsam gençleri tercih ediyorum biliyorlardır diye. Sonuçta
yaşlıların geleneksel oldukları için bileceklerini ummadım hiç. Ama gençler de
maalesef çoğunlukla konuşamıyor İngilizce. Dediğim gibi sadece görevli olanlar
biliyor.Oteldeki görevliler mesela. Ya da turistik alanlardaki ofislerde çalışanlar. Ama herkes
yardımcı olmaya çalışıyor.:) Yarı Çince yarı İngilizce anlaşıyoruz. Ben Çince
bilmiyorum, onlar İngilizce. Elimdeki haritadan gösterdiğim yerleri Allah’tan
biliyorlar da devam edebiliyorum o şekilde. Mesela taksi şoförleri de
bilmiyorlar hiç İngilizce. Onlarla da hiyeroglif diliyle anlaşıyoruz.Göster
haritayı, istediğin yere git! Resimli, şekilli!
İlk paniği alandan çıkıp otele gelirken yaşadım. Daha
taksiye binerken şoföre otelin adını verdiğimde anlamadığı anda panik yaşadım,
ya yanlış yere götürürse diye. Alanın önündeki görevlilerden rica ettim sonra
yol boyu inşallah o görevli de yanlış anlamadı da beni, doğru yer tarif etti diyerek, bildiğim tüm duaları ettim. Ne zaman
ki otelin işaretini gördüm, derin bir
nefes aldım.
Dediğim gibi oteldeki görevliler İngilizce anlayıp,
konuşuyorlar. Tek sorun şu ki; ben anlamıyorum! O nasıl bir İngilizce hala
çözemedim. O kadar ağır bir Çin aksanları var ki, anlamak için bir kaç kez
tekrar ettirmek zorunda kalıyorum. Ancak
hepsi çok güler yüzlü ve yardımcı olmak için ellerinden geleni yapıyorlar.
Dün akşam buranın saatine göre 23.00 civarı varabildim
otele. Türkiye’de 18.00’di. Uykusuzluk ve yorgunluktan bitap haldeydim. Doğal olarak
kendimi hemen yatağa attım ve bu kadar erken uyuduğuma göre sabahın körü
uyanırım diye düşündüm.
Pekin’e inince telefonun saati otomatik olarak değişmiş.
Cumartesileri derse gittiğim için saatim 09.00’a kuruludur. Sabahın körü alarmla
uyandım. Bir baktım saat 09.00. Çok uyumuşum dedim. Fırlayacağım yataktan ancak
hiç halim yok, yatak beni geri çağırıyor. O an gözüm kolumdaki saate ilişti.
Bir baktım saat daha sabahın 04.00’ü. O
anki halimi görmeniz lazımdı. Yıkıldığım an o andı. Hala uyumak istiyorum çünkü
vücudum hala Türkiye saatine göre çalışıyor ancak o sese uysam bu sefer burada
günü uyuyarak geçirmiş olacağım. İçim elvermiyor... Kısıtlı zamanı iyi
değerlendirmeye çalışıyorum elbette.
Sürünerek yataktan kalktım. Kendi kendime homurdanıp duruyorum ama
kanki’den tüm intikamımı aldım. Ramazan boyu gecenin bir yarısı zırt zırt mesaj
atıp durmuştu sabaha kadar oturduğundan. Bu sefer ben sabahın körü zırt zırt
yazdım WhatssApp’tan. :) Onun poposunda pireler uçuşurken ben çoktan
sokaklara düşmüştüm bile...
Geziyorum, tozuyorum, saate bakıyorum hala 08.00. Ben günü
bitirdim neredeyse, oradaki herkes fosur fosur uyuyor diye sürekli söylendim
durdum.
Şu an saat 22.30. Siz daha akşam etmediniz. Internet’e
girebiliyorum ancak blog’umu açmakta sorun yaşıyorum. Dolayısıyla ben bunları
yayımladığımda siz muhtemelen geriden okuyor olacaksınız. Eee sen misin uçakta
bile havada yazdım, yayın yaptım diye hava
atan? Maalesef otelde istediğim gibi sorunsuz net kullanamıyorum. Ancak
hiçbir şeyi atlamamak ve unutmamak için her akşam yazdıklarımı kaydedip ilk
fırsatta yayımlayacağım.
Elimden geldiğince çok resim koymaya çalışacağım... Çok ama
çok enteresan şehir Pekin... Dilerdim ki herkes hayatında bir kez de olsa
görebilme imkanı yakalasın. Gelmeden önce çok endişelerim vardı. Dillerini
bilmiyorum, yolları bilmiyorum, üstelik benim yön duygum da sıfırdır. Nasıl
yapacağım acaba diye çok kuruntu yaptım. Ancak belki inanmayacaksınız ama
resmen aşık oldum bu şehre. Bugün etrafa bakarken her yerde gördüğüm Çince yazılar
bana dekorasyon gibi geldi. Sonra bu dili anlayan insanlara karşı inanılmaz bir
hayret ve takdir oluştu bende. Garipseyeceksiniz belki ama birden bu dili keşke
öğrenebilsem istedim. Öyle garip ki her yer... Elle yapılamaz gibi geliyor o işaretler, bu
insanlar nasıl okuyup yazıyor o işaretleri inanılır gibi değil. Hayran olmamak
elde değil.
Bir günde bile o kadar
çok şey görüp yaşadım ki, hepsini atlamadan nasıl yazacağım, inşallah
unutmam diye parmaklarım deli bir hızla klavyede uçuşuyor. Unutursam diye korkuyorum
ve yazarken bir yandan gözümün önünden bugün akıyor.
Burada Türk kahvaltısı bulmak mümkün olmadığı için güne
Tiffany’siz Tifanny’de Kahvaltı filmi
gibi başladım. Yani kahve ve kruvasan bu sabah ki kahvaltımdı. Tabii ki kesmedi
beni. Otelden çıkar çıkmaz gördüğüm ilk Starbucks’a girip kocaman bir Latte ve Blueberry Muffin aldım. Sonra ilk iş
yakın yerleri bir dolaşayım dedim ve vurdum kendimi sokaklara. Yaxiou Marketi
bulmak için epey yürüdüm. Çünkü gezmeye başlamadan bir kamera alayım dedim,
hazır dünyanın en ucuz pazarındayım böyle bir fırsatı değerlendiremezsem yuh
olsun bana. Otel görevlilerine sorduğumda orayı tavsiye ettiler. Yarım saate
buldum, içeri girdim. Bir an havasızlıktan öleceğimi sandım. Alışveriş merkezi
olduğu söyleniyor ama Kapalıçarşının dar sokaklarındaki dip dibe dükkanları siz
kapalı bir yerde düşünün. Akla hayale gelmeyecek şeyler var. Epey ucuz. İnsan
kendini kaybetse muhtemelen geri dönüşte 5 de valiz alması gerekir. Ama aklı
başında davranmaya çalışıyorum. O yüzden henüz bir şey almadım. Kamera bile!
Çünkü düşündüğümden çok fiyat söylediler
ve kamera işini Shanghai’ya bıraktım. Sarah iyi pazarlıkçıymış, e gidilecek ve
neyin nereden alınması gerektiği yerleri de çok iyi biliyormuş dolayısıyla işi
erbabına bırakmaya karar verdim.
Marketten çıktıktan sonra bir taksiye atladım ve beni Tiannanmen
Meydanı’na götürmesini istedim. Tabii on defa kadar tekrarladım gitmek istediğim
yeri. Anlamadı. Sonra haritada
gösterdim, aynen şöyle dedi “Haaa Tiya Anmey”. Ağızdan çıkan ses aynen böyleydi.
Bize kim öğrettiyse yanlış öğretmiş. Adam varana kadar bana en az yirmi kere
tekrarlattı söyle bakayım diyerek. :) O Çince, ben İngilizce yol boyu sohbet ettik. Elbette ne dediğimizi anlamadan.
Ama yine de konuştuk. Meydana vardığımda
25 Yuan ödedim. 7.5 TL yapıyor. Epey de sürdü yol. Taksi çok ucuz burada. Yol
bilmediğim için bugün taksiyi tercih ettim ama yarın sırf meraktan Metro’ya
binmeyi düşünüyorum. Çok karmaşık görünmüyor ancak kalabalık nasıl olacak
bilemiyorum. Üstelik yarın haftanın ilk günü. Herkes işe gitmek için dışarıda
olursa vay halime. Yine de azimliyim. Pes etmek yok! Bugün ben bu şehrin altını
üstüne getirdim ya Metrosu beni korkutamaz.
Tian anmen (yazılışı böyle) Meydanına varınca büyüklüğe inanamadım.
Aşağıda gördüğünüz gibi...
Caddeler o kadar geniş ki ucu bucağı yok gibi geliyor.
Meydandaki anıt ve etrafı elimden geldiğince çekmeye çalıştım ama telefonun
kamerası bile büyüklüğe yetersiz kaldı maalesef.
Bilet alıp Zhangshan Park’a giriş yaptım. Her yer yürü
yürü bitmeyecek gibi görünüyor. İmparatorluk Saray’ını (Imperial Palace) ve
Yasak Şehri (Forbidden City) görmek için
yeni bir bilet aldım. 60 yuan verdim ki bu 20 TL’ye denk geliyor.
Aşağıda görmüş olduğunuz yol bir zamanlar yalnızca ama yalnızca İmparatorların yürüdüğü yol. İmparator dışında başka hiç kimsenin o mermerlere basmasına izin verilmezmiş. E bildiğiniz gibi zaman değişti. Ben de o mermer yolda yürüyen ayrıcalıklı biriyim artık. :)
var. Yanda resmini görebilirsiniz. Ben Türkçesi var mı soralım bakalım dedim ve inanamayacaksınız anında çıkarıp verdiler. Verdikleri elektronik alet GPRS’den yer tespiti yapan bir alet. Siz sarayı gezerken sizin nerede olduğunuzu biliyor ve anında orası hakkında bilgi veriyor kulaklıktan. Mesela bir yeri hızlı geçtiniz diğer bir bölüme geldiniz anında orayı kesiyor yeni bulunduğunuz yer hakkında bilgiye geçiyor. Bu arada aletin üstünde tüm yapının haritası var ve her girdiğiniz bölümde o bölümün ışığı yanıyor ve siz yapıda nerede olduğunuzu da haritadan takip edebiliyorsunuz. Hakikaten teknoloji diyarı burası. :) Çıkışta maalesef o aletleri geri vermek zorundasınız. Hatıra olarak almak isterdim ancak Saray’dan çıkış yaptığınız anda alet kendini siliyor ve yalnızca tek kullanımlık olduğunu belirtiyor. Görevimiz tehlike gibi! “Ya bu görevi kabul edersin ya da bu alet 5 sn içinde kendini imha edecek” Bizim aletlerden duman çıkmıyor ama ses kesiliyor tamamen. Yani yanınıza alsanız da İmparatorluk Saray’ı sizde yoksa bir halta yaramıyor. :) İmparatorluk bahçesini de gezdikten sonra çıkış yaptım.
Ancak şimdi aklıma geldi yazmadan geçemeyeceğim. Çin’in Hürrem Sultanını öğrendim bugün... Kulaklıktan dinlerken suratımda bir gülümseme aklımda Elif vardı. Hürrem hastası Elif eminim bundan çok etkilenirdi. Çin İmparatorluğunda, İmparatorların birçok karısı varmış. Bu eşler 1’den 8’e kadar derecelenirmiş. 8 en düşük seviye. Yukarıda göreceğiniz Yoğun Güzellik Sarayı Chu Xiu (Zu Şi diye okunuyor) tarafından yapılmış. Bu hatun 6. gibi düşük bir derecedeymiş. Ancak bir oğlan doğurunca ve o sırada da imparatora "tek oğlanı" doğurunca hemen derecesini yükseltip hatunu 3.dereceye çıkarmışlar. Sonrasında o zamanın imparatoru zamansız ölüp (artık gerçekten öyle mi oldu yoksa birileri hayatını mı kısalttı? bundan söz eden yok) , tek oğlan bununki olduğundan, 6 yaşındaki oğlu imparator olmuş ve bu da İmparator Validesi olarak en yüksek mertebeye çıkarılmış.
Sarayda İmparatorun yaptığı toplantıları aynı bizim Osmanlı’daki gibi bir paravanın ardından dinleyip takip edermiş ve oğlunu sürekli yönlendirirmiş. Alem ülkeyi İmparator yönetiyor sanırken Chu Xiu 48 sene boyunca oğlunu istediği gibi yönlendirip İmparatorluğu yönetmiş. Dedim “Hah Hürrem 2! Ah Elif duyaydın bunları da şu kadın milletinin Çin’den, Osmanlı’ya hep aynı olduğunu göreydin” :) 1400’lü senelerde bu hatun pek etkinmiş ülkede.
Saray’ın bahçesinden çıkıp, yeni bir biletle Jingshan Park’a
giriş yaptım. Hemen Forbidden City’nin
arkasındaki bu Park’ın tepesinde çok ilginç bir Tapınak var. Budha’nın dev bir
heykelinin olduğu Tapınak’a varabilmek için ufak bir tepeyi tırmanmanız
gerekiyor. Doğal olarak tırmandım. Neyse ki antrenmanlıyım nefesim kesilmedi ama
önümde arkamda epey kişi tısır tısır ediyordu :) Minnacık yüzlerce merdiven kıvrıla kıvrıla
tepeye çıkıyor.. Tapınak’ın resmini çekebildim ama maalesef yasak olduğu için
içeriyi resimleyemedim. Altından dev bir Buda heykeli içeriyi kaplıyordu. Önüne
envayı çeşit meyve ve yiyecekler konulmuştu. Hemen dibinde minderler insanlar
diz çöküp onbeşbin kez (elbette sayıyı abartıyorum ama sürekli eğilip kalktıklarından
sayamadım doğrusu) eğilerek selamlıyorlardı.
Tapınak’tan görünen manzara müthişti. İşte orada zoom’lu bir
makinem olmadığı için hayıflandım gerçekten. Tüm Pekin ayaklarınızın altında.
Epey bir süre orada kalıp etrafa baktım. 360 derece çevreyi görebileceğiniz bir
yer. İniş çok kolaydı. Zaten geldiğim
yolu da takip etmedim. Kaybolmaya karar verdim. Çünkü yeni bir şehirde ancak
kaybolursanız yer öğreniyorsunuz.
Aşağıya inince harika bir koru içinde
geçiyordum ki bir Çay Evi gördüm. Haydi bunu da deneyeyim dedim ve hemen içeri
girdim. O sırada korunun içinde bir yerlerden bir saksafon sesi geliyordu.
Bahçede oturup bir Ginseng içtim ve
müziği dinledim. İşte dedim huzur bu! Her taraf yeşillik, bölük pörçük bir
saksafon sesi, önümde çayım, yaşamak bu işte dedim.
Koru’dan çıktıktan sonra etrafıma bakıp nereye gideceğime
karar vermeye çalıştım. Haritaya baktım ve Qian Hai Gölü uzak görünmedi. Gölün
etrafında onlarca Restaurant, Bar ve Club olduğu bilgisi benim İngiliz kızım
tarafından daha önce verilmişti. Hadi dedim o tarafa gideyim belki yiyecek bir
şeyler de bulurum. Tam cahil cahil nasıl ulaşırım oraya derken Hutong’cular
etrafımı sardı. Onlarca hutongcu saldırıya geçti. Ben sadece yol sorarken onlar
doğal olarak müşteri peşindeler. Bu arada açıklamayı atladım tabii... Hutong
denilen araçlar önde bisikletli şoför, arkada sadece iki kişilik koltuk olan
geleneksel ulaşım aracı. Yanda göreceğiniz gibi. Enteresan bir şekilde
hutongculardan biri az da olsa İngilizce biliyordu. Sonrasında pazarlıkta
anlaştık ve hem Qian Hai’ye beni götürmesi hem de tur attırmasında karara
vardık. 100 Yuana (ki 30 TL yapıyor) 40 dakikalık bir tur aldım.
Adam
inanılmazdı. Old City (Eski Şehir) Great wall (Büyük duvar) bırakmadık , her
yeri dolaştık. O kadar dar ve eski sokaklardan geçtik ki bu adam beni kaçırıyor
galiba diye bir ara endişelendim. Olabilecek en tuhaf yerlerde dolaştık. Eski,
dökülen evler. Ki dediğine göre yan yana evlerde, ki 10 metrekare falanmış her evin büyüklüğü,
yüzlerce insan yaşıyormuş. En garibi ise her yüz kişiye bir tuvalet düşüyormuş.
Hatta dalga geçip, tuvalet sırasındaki insanların taklidini yaptı. :)
Kapısının önünden
geçtiğimiz evler hakkında bilgi verdi. Kapıların üzerindeki işaretler, sayısına göre evin sakininin mal varlığı
hakkında bilgi veriyormuş. Mesela bir taneyse zengin değilmiş. Ama 2 taneyse
fena değilmiş.2 ya da 3 eşi varmış , zenginmiş
anlamına geliyor. Üzerinde 5 tane işaret olan bir kapının önünde durduk. Bu
adamın acayip zengin olduğuna işaretmiş. En az 5 karısı vardır dedi Hutong
şoförüm. Kapının resmini çektim içerisi
çok hoş görünüyordu. Kapıda bir görevli vardı ve ben resim çekerken bir şey
demedi. İlk adımlara kadar da bir sorun yoktu. İçerideki araçlar çok lüks
arabalardı ve ev artık VIP bir mekana çevrilmiş, üst düzey insanların geldiği
bir yer. Ve ancak birkaç metre ilerleyebildim bahçede. Ben tam Türk aklı paldır küldür ileriye
gidecekken görevli çok kibar bir şekilde daha fazla ilerlemememi rica etti.
Elbette özür dileyip hemen geriledim. Yol boyu resim çektim. Yalnız bir yere
geldik ki Hutongcu durdu, telefonumu kaldırmamı ve resim çekmememi istedi. O
bölgede hiç bir resim çekilmesine izin verilmiyormuş. Ki Forbidden City’de de
aynı şeyler olabiliyor. Askerlerin ve polislerin resmini çekemiyorsunuz. Bunlar
yasak şeyler. Ayrıca sadece üniformalı değil, sivil polisler de oluyor etrafta.
Bu belki insanları kasan bir şey gibi görünse de bence güvenlik açısından çok sağlıklı.
Özellikle benim gibi tek başına dolaşan bir yabancı için. Çünkü Pekin gerçekten
çok güvenli bir şehir. Yasalar burada ağır olduğu için insanların yanlış
yapması imkansız değil ebette ancak caydırıcı bir etken. Sonrasında fark ettim
ki resmini çekmemem gereken binalar devlet binaları. Yani diplomatik binalar.
Kısa bir mesafeydi zaten, doğal olarak
kurallara uyduk çekmedik.
Hutongcum da benim resimlerimi çekti. Bana yüzümü işaret
ederek çok güzel olduğumu söyledi. Ben teşekkür ederken bir yandan gülmekten yerlere yatıyordum. Adamcağız öyle
çirkindi ki e tabii ben ona güzel görünüyorum zahir. :) Yoksa bana da ondan başka
kimse demez öyle bir şey. Bu arada sürekli evlerin kapılarındaki işaretlere göre biz, zengin, fakir diye
şakalaşırken sağ olsun o da beni bilmem kaçıncı eşi olarak alabileceğini
söyledi. J
ah ah ah beni görecektiniz! Gülme krizimi zor atlatıp, reddettim. Anlaşılan
onun evinin kapısında da epey işaret vardı. Hutong mutong vallahi, demek iyi
kazanıyorlar. O kadar komplimandan sonra beni bıraktığında 10 yuan (ki 3 TL
yapıyor) bahşiş verdim. Ayrılırken birbirimize el sallarken aşıkların vedasına çevirdik olayı. O hala
eliyle beni alabileceğini söylerken ben bir an evvel toz olma peşindeydim. Ama
itiraf ediyorum çok sevimli bir adamdı ve gerçekten çok iyi rehberlik yaptı.
Sanırım bazen yerli halktan yardım almak kendine özel rehber tutmaktan çok daha
iyi. Ayrıca gezerken bir çok kereler durduk ve etrafın resimlerini çekmem için
bekledi ve diğer Hutong’cularla da tanışma fırsatı buldum. Allahım o nasıl bir
iletişim şekliydi. Kafa göz yara yara
konuşmaya çalışmak gerçekten çok komikti. O Çin aksanı, yarı İngilizce yarı
Çince benim ara ara Türkçe “Hadi canım” demelerim. Ama herkes sırıtıyor. Hatta bana öyle oldu ki
bugün suratımda koca bir gülümsemeyle dolaştım tüm şehri. İnsanlar sevimli,
bebekler inanılmaz şeker. Oyuncak gibiler. Gördüğüm her bebeğe sarktım bugün ve
anne babalarla yine o garip anlaşılmaz lisanı konuştuk. Kimse birbirini
anlamıyor! Ancak inatla konuşuyoruz. Ve sırıtıyoruz. Herkes sırıtıyor... Bana
da geçirdiler o hastalığı. Ben de tüm gün sırıtarak dolaştım.
Gölün etrafını tavaf ettim. Bir noktada inanamayacağınız bir
şeye tanık oldum. Resimlerde de gördüğünüz gibi göl tekne dolu. Öyle böyle
değil. Her yer tekne. Ancaaaakkk.. O
gölün içine insanlar atlıyor ve yüzüyorlar teknelerle birlikte. Yüzenler en az
70 yaşında erkek ve kadınlar. Hepsinin elinde bir bidon su var. Göle girip
yüzüyorlar epeyce. Su buz gibi bu arada. Çıkınca herkes kendi bidonunu başından
aşağı döküp yıkanıyor, sonra erkek kadın fark etmiyor hepsinin uzun lastikli
etekleri var. Onları omuzlarına kadar çekip eteğin altında mayolarını çıkarıp
kuru giysilerini giyiyorlar. Bu arada hatunlar 70 yaşında ama sıfır selülitli.
Kardeşim, bari bir iki olaydı da sinir yapmasaydık! Hayır! Hepsi taş gibi.
Sadece tek bir gencin girdiğini gördüm suya. Hepsinde yüzücü mayosu bu arada.
Bu genç olan, ah işte o an kızlar yanımda olmadığı için o kadar hayıflandım ki.
Ağzımızdan sular akarak bakarken saatlerce konuyu istişare edebilirdik. O nasıl
bir vücut, o nasıl bir yüzüş şeklidir çözemedim. Utandığımdan resmini
çekemedim. Röntgencilik yapıyorum zannederler diye uslu uslu seyrettim, resim
çekemedim. Çünkü duruma şaşıran bir
bendim. Herkese göre olan her şey normal.
O kirli ve buz gibi suya girmek, her an bir teknenin çarpma tehlikesiyle gölün
bir o ucuna, bir bu ucuna yüzmek onlara
gayet normal gelirken, ben seyrettiğim
süre boyunca en az 5 kere “Amanın!” nidası yaptım her an bir tekne birine
çarpacak ortalık kan revam olacak diye.
Benim her nidamda onlar bana gülerken,
ben gözlerimi kapatıyordum. Gerçi her açmamda da asayiş berkemaldi. Nasıl
kimse çarpmıyor, onlar nasıl öyle rahat yüzüyor anlamış değilim. Türkiye’de
aynı durumda her gün en az 5 ceset çıkar o gölden.
Gölün etrafındaki tüm mekanlar çok ilginçti. Kendimi, hani
tatile gidersiniz akşam da gittiğiniz yerin bir ana caddesi vardır akşamları
hareketlenir, her yerden ayrı ses gelir
ya, işte öyle bir yerde hissettim. Ancak koku inanılmazdı. Ben kokulara karşı
zaten çok hassasım, bir de o dar sokaklarda yan yana onlarca dükkan, her
birinden ayrı kokular, bir ara nefes alamıyorum sandım. Her şey çok renkli, çok
değişik, çok ilginçti ancak dürüst olmam gerekirse bir şey yemeye cesaret
edemedim ve aniden vejeteryan olmaya karar verdim.
Saat akşamın 6’sını geçmişti ve ben hem yorulmuştum hem
acıkmıştım. Baktım yürümeye takatim yok, yine işi tembelliğe döktüm ve taksi
çevirdim. Yine anlatmaya çalış, anlamasınlar, yine haritadan otelin yerini
göster ki varasın gitmek istediğin yere... Sanırım bir günde alıştım bu
rutine... Dönüş çok daha ucuza geldi. 5 TL ödedim.
Şu an düşündüm de belki yarın da ben yine taksi yapabilirim!
Metroyu çok merak ediyorum ama havasızsa ve o milyarlarca kalabalığı düşününce
bir an tüm cazibesini kaybetti gibi... Neyse yarın sabah kalktığımda, ruh halim
ne derse ona göre hareket edeceğim sanırım.
Otele gelir gelmez kendimi duşa attım. Sonrasında giyinip
karnımı doyurmaya çıktım. Yanda göreceğiniz gibi benim gibi fakir bir kız için
“Yok artık!” dedirtecek bir yer... Ancak bazı şeyler konusunda kendime söz
vermiştim. Eğer çok istersem ve hayatımda yalnızca bir kere yapabileceğim
şeyleri deneyeceğim konusunda kararlıyım. Yine de uslu oldum. Zaten Vejeteryan
olmaya karar verdiğim an itibariyle hesap yarı yarıya düştü...
Pekala, biliyorum, bazılarınız beni kınayabilir. Madem taaa
oralara gitti bir çılgınlık yapıp hayatında denemediği lezzetleri tadabilirdi
diyebilirsiniz. Aslında korkak biri sayılmam. Hatta bazı konularda epey
cesurumdur. Garip tatları denemeyi ve en az bir kez denemeden karar vermemem
gerektiğini biliyorum. Ama el insaf!
Benim de ön yargılı olduğum zamanlar var. Bu onlardan biriydi. Gerçekten denemek
istedim ancak o kadar cesur olmadığıma karar verdim. Bir kere buradaki Çin
Yemekleri, benim daha önce Londra’da ve sık sık İstanbul’da da yediklerim gibi
kesinlikle değil. Nasıl ki Türk Kebabını en iyi Türkiye’de yerseniz gerçek Çin
Yemeğini de elbette burada yersiniz. Kullanılan her malzeme tamamen farklı,
dolayısıyla lezzet de farklı. Örneğin et olayından uzak durduğum için doğrudan
sebze ve noddle ‘a sardırdım. Kuşkonmaz’ın içine ne tür başka sebzeler konmuş
anlayamadım. Ki benim damak tadım iyidir. Bir yemeği yediğimde içine ne
konulmuş anlarım. Oysa bu akşam yediğim yemeğin içinde sadece kuşkonmaz tanıdık
geldi, bir de havuç... Noddle muhteşemdi. İstanbul’da bize noddle diye
kakaladıkları başka bir şey. Ancak eğer buradakiyle karşılaştırma yapmam
gerekirse kesinlikle noddle değil.
Otele geri dönüp hemen net’e girdim ve önce kankimle sonra
tek tek kızlarla konuştum whatsApp’tan. Ve yine Steve Jobs’un ruhuna Fatiha
okudum. Allah mekanını cennet eylesin ne diyeyim. Bu WhatsApp olmasa sanırım
şurada ufak çaplı bir kriz yaşayabilirdim.
Epey uzun zamandır burada tüm gün neler yaptım onları
yazmaya çalışıyorum. Unuttuklarım var mı şu an düşünemiyorum. Aklıma gelirse
arada eklerim sanırım.
İlk günün ardından diyeceğim şey şu; Ben bu şehre aşık oldum!
Gerçekten! Sabah kendimi sokağa attığımdan beri hiç yabancılık çekmedim, sanki
yıllardır burayı biliyormuş gibi hissettim. Hatta kendi kendime sabah dedim ki
“Kendimi evimde gibi hissediyorum.” Gelmeden önce bir kısmını şaka yollu da
olsa dile getirdiğim birçok endişem vardı. Ancak bugün itibariyle tamamen
kuruntu yapmış olduğumu anlıyorum. Gerçekten değişik, görülmesi gereken, çok
farklı bir şehir ve ülke burası. Ülkenin yüz ölçümünü düşününce benim gördüğüm
devede kulak elbette, ancak Avrupa’da hangi ülkeye giderseniz gidin tüm
şehirler aşağı yukarı birbirine benzer. E Amerika desek; filmlerden dizilerden zaten gitmiş kadar
olduk. Bilmediğimiz yeri yok. Ama
burası... Çin... Pekin... Bambaşka bir dünya... Binalar, sokaklar, insanlar,
yiyecekler, aklınıza gelen her şey farklı ve bir o kadar büyüleyici. Ben ki gergin, suratsız bir
insanım. Bütün gün suratımda bir sırıtmayla dolaştım. Hem de tek başıma! Hani
rüyamda görsem inanmayacağım bir durum...
Yarın ikinci günü anlatmaya devam edeceğim. Henüz ne yapacağıma
karar vermedim. Sanırım haritayı masaya yayıp,
gözümü kapatıp parmağımı bastığım yere gideceğim...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder