Günün Sözü

Umut her daim vardır...

18 Ekim 2013 Cuma

Çin Günlüğü VI (Ve Shanghai)

Ve nihayet Shanghai’ya varabildim. Akşam 19.30 gibi Pudong Uluslararası Havalimanına indim. Sarah’dan tembihli olarak City Bus tabelalalarını takip ederek 2 numaralı otobüse bindim. 

Jing An Temple durağı tek ve son durak... Bu otobüs Şehir Merkezine varıyor ve ortalama 45 daika yolculuk sürüyor. 20.30 civarı otobüsten indiğimde Sarah beni bekliyordu. 3 yıldır görüşmemiştik ve otobüs durağında minik bir kavuşma sahnesi çevrilmiş oldu. :)

Sarah da bu sabah İngiltereden gelip doğrudan işe gittiği için akşam iş çıkışı ancak bavulunu eve atabilmiş. Shanghai’da kalacak yer konusunda endişe etmemiştim çünkü Sarah’ın bir stüdyo dairesi var ve beraber kalacağız diye anlaştık. Ancak dün akşam eve gidince bu şehirdeki yaşanacak yerlerin ne kadar muazzaaaammm geniş!!!! olduklarını gördüm. Elbette  şaka yapıyorum!  Hap kadar evler... Stüdyo daire denilen şey asma kat mantığı ile oturma odası olarak kullandığınız alanın üstüne yatağın konacağı bir yer yapılmış. Anlayacağınız aslında yatağınızın altında oturuyorsunuz ve tavanınız yatağınızın altı. (ranza gibi düşünün) Ortada da yaşamak için birine lazım olabilecek her türlü şey konmuş, tıpkı İKEA evleri gibi 5 metrekare alana sığdırılmış. Yeni gelen ve henüz açılmamış valizlerle etrafta adım atmaya yer yok. Kaldı ki ben ve valizim henüz içeri girmedik bile. Ortalık toparlanana kadar otelde kalmam konusunda anlaştık. Ve Sarah’ın kaldığı gökdelenin tam karşısında (arada sadece 50 metre bir yol var) bulunan gökdelen otelde kalmama karar verdik. 3 gece Hanting Hotel’de kalacağım. Ancak dürüst olmak gerekirse,  o klostrofobik alanı düşününce  dönene kadar şu anki yerimde kalsam mı diye de düşünmüyor değilim. 3 gece için 250 TL ödüyorum. Şu anki kaldığım lükse bakılırsa aynı standarttaki bir otel hem de şehrin merkezinde genelde yabancıların yaşadığı resindence’ların arasında, ki şu an benim kaldığım binada da epey yabancı var, İstanbul’da aynı sandartda dünya kadar para ödeyebilirdim. Kısaca İstanbul'un Nişantaşı kalitesinde ancak Maslak’ta ki tüm gökdelenlerin bir araya getirilmiş şekliyle bir bölgede kalıyorum. Jing An denilen bu bölge çok merkezi ve Restaurant, Cafe, Bar ve alışveriş mağazaları çok kaliteli. 






Odamdaki pencereden görünen manzara budur.




Sabah karnım acıktığı için uyandım. Ki hala Türkiye saatinden kurtulamadım. Saat 6’da kalktım. Uykusuzluktan sürünüyordum ancak burada çoktan 11.00 olmuştu bile. Büyük bir kızgınlıkla hemen duşa girdim. Kendime gelmemin başka yolu yok. Çabucak üstümü giyinip kendimi sokaklara attım. Sarah çalıştığı için o işe gitti. Evlerimiz aynı sokakta (Kangding Road ki biz buna Çince kangding lu diyoruz :) ) karşılıklı, dediğim gibi. Evin anahtarı ve ihtiyacım olan her şey elimin altında. Çift anahtar yaşıyorum. Kaldığımız binaların altında cafe ve restaurant’lar mevcut.  

Hemen komşu muhabbetine girmeyeyim diye öncelikle etrafı keşfetmek ve kafama göre bir yere girip kahvaltı yapmak istiyorum. Dolayısıyla elimde harita önüme çıkan ilk sokağa girdim. 3 saatlik yürüyüşün ardından bitap halde geri dönebildim. Biraz uğraştırdı ancak neyseki sokak tabelalarında Çince ile beraber Latin alfabesi de kullanıyorlar. Yoksa yolunuzu bulmak mümkün değil. 




Dükkanlarda çalışanlar çok şaşırttı beni çünkü ertafta (özellikle Shanghai’da) epey yabancı olmasına rağmen henüz doğru düzgün ingilizce konuşan kimse yok. 3 saatlik yürüyüş esnasında en az 10 kişiyle konuştum maalesef tek ingilizce bilene rastlamadım. Farkettiğim şey yabancılar Çince konuşuyor. Bu arada yorum yapmadan geçemeyeceğim. Bir Çinlinin İngilizce konuşması ne kadar iticiyse bir yabancının Çince konuşması o derece çekici. İnanılmaz ve kararlı şekilde bu dili öğrenmeye karar verdim. Özellikle Çince konuşan Batılı erkeklere karşı garip bir çekim duymaya başladım. Bi erkek Çince konuşurken nasıl böyle hoş olabilir ki? sorusu kafamda fazlasıyla tekrarlanıyor.

Dün akşam internetle ilgili bir sorun çıktığı için bir kaç defa resepsiyona inmek zorunda kaldım. Sanırım bir müşteri idi, Çinli bir adam 1 saatten fazla telefonda konuştu. 2 defa indim çıktım (ki 22. kattayım ve asansör çok yavaş çalışıyor) adam hala telefondaydı. İngilizce konuşuyordu ve o sesi duydukça elindeki telefonu alıp yedirmek istedim bir an. Kendime hakim olmasam “Rica edeceğim, lütfen bir sus, kapat şu telefonu kendi diline dön” diyeceğim ama “Kızım uslu ol” diyerek kendime telkinde bulundum.

Bu şehir Beijing’ten çok ama çok farklı. Sanırım Beijing’te hala bir Çinli ruhu var ancak Shanghai ülkenin en büyük ticaret liman kenti olduğu için daha çok iş havasında bir şehir. Bankalar, Ticari firmalar, Büyük firmaların Uzakdoğu Merkezleri vs. bu şehirde. E tabii bu da bu şehirdeki o hissetmek istediğiniz Çinli ruhunu biraz bertaraf ediyor. Sokaklarda yürürken kafanızı nereye çevirseniz kocaman binalar var önünüzde. Sanki açık cezaevindesiniz ve parmaklıklarınız da gökdelenler gibi hissediyorsunuz. Yani en azından ben öyle hissettim.







Şehrin ortasından Huangpu Nehri geçiyor. Aslında Yangtze Nehri’nin(Chang Jiang)bir kolu. Doğu Çin Denizinden çıkış yapıyor ve Dianshan Gölüne kadar ince bir çok kola ayrılarak şehirden U şeklinde geçiyor.  Yangzte Nehri tıpkı bizim İstanbul Boğazı gibi Shanghai ve Nantong’u ayırıyor. E tabi bir şehri ikiye bölmüyor da 2 şehri birbirinden ayırıyor. Shanghai 2 alana bölünmüş durumda. Huangpu Nehri’nin Batısı Puxi, Doğusu ise Pudong olarak geçiyor. Puxi daha çok alışveriş merkezlerinin, restaurant ve barların, gece kulüplerinin olduğu bir bölge. Pudong ise ticaret ve finans merkezleri bölgesi.

Tıpkı İstanbul’daki boğaz gibi insanlar Shanghai’da karşıya geçmek için Huangpu Nehri’nde feribot kullanıyorlar. Ancak herkesin de bildiği gibi insanlar yoğun olarak bisiklet ve mobilet kullanıyorlar. Mesela Sarah evden bisikletle çıkıyor, feribotla karşıya geçiyor, işe yine bisikletle gidiyor. Keşke İstanbul’da da  bu kadar yoğun şekilde bisiklet ve mobilet kullanabilsek. Hemen bir Vespa alasım geldi. Minnacık hatunların çoğunun altında Vespa’ları var ve çok rahat yolculuk ediyorlar. Hepsinin sepeti mutlaka var. Alışverişte taşıma sorunu yaşamıyorlar.

Yalnız ummadığım kadar internet sorunu yaşıyorum burada. Her şey garipsenecek bir kontrol içinde. Blog’uma hala giriş yapamadığım için maalesef tüm yazdıklarımı ancak döndükten sonra yayınlayabileceğim. Keşke imkan olsaydı birebir size her şeyi aktarabilseydim.  Sansür baş ağrısı yapacak kadar var burada.

Şimdi benim bebeği alıp (ben Netbook’uma ufak olduğu için bebek diyorum :) )aşağıya cafe’ye ineceğim ve bir yandan kahvemi çayımı içerken bir yandan yazmaya ve okumaya devam edeceğim.

Elimde takos kalınlığında bir kitap var. (Üzerinde Lonely Planet China yazıyor. Lucy bana görülecek yerler hakkındaki bilgileri verirken sürekli Lonely Planet’ininde de yazacagı gibi deyip durdu, ben de bunun ne demek olduğunu çıkarmaya çalışıyordum günlerdir. Meğer bilgilendirirci kitabın adıymış)  Çin hakkında olabildiği kadar bilgi edinmeye çalışıyorum. Size ince gibi görünebilir. Ama 1050 sayfalık bir Çin kütüphanesi. Gerçi ben sadece 2 şehri görebildiğim için daha çok onlar hakkındaki bilgileri okuyacağım.  Ancak itiraf etmeliyim ki; ilk parayı vurduğum anda bu ülkeye tekrar geleceğim. Henüz ülkenin ortasındaki şehirleri görmedim ve sanırım daha kırsal kesimler çok daha ilginç görünecektir. Belki sürekli tekrarlıyoum ama gerçekten bu ülke bambaşkaymış. Uzakdoğu’nun cazibesi insanı çok etkiliyor ve rahatsız olduğunuz şeyler olsa bile yine de sizi kendisine bağlıyor. (Rahatsız olduğum tek şey koku! Kokular beni bayıltacak ama yapacak bir şey yok.) Her yerin kendine has bir özelliği var elbette ama buranın tamamen farklı bir havası var.

Aklıma gelmişken buralara gelmek isteyenler bence olabildiği kadar turlardan uzak durup şehrin gerçeğine girsinler. Kaybolmaktan korkmayın, ne kadar kaybolursanız o kadar çok yer öğreniyorsunuz. Elinizde bir harita varsa ne olursa olsun zaten kaybolmazsınız. E birde kaldığınız yerin minik bir kartını yanınıza alın, en kötü ihtimalle bir taksiye biner gitmek istediğiniz yeri gösterirsiniz.

Aşağı iniyorum şimdi. Biraz da dışarıda takılayım. Aklıma gelenleri ve gördüklerimi yazmaya devam ederim yine.

Yıldım artık... Gerçekten yıldım... Geldiğimden beri bir Allah’ın kuluna dert anlatamıyorum ya, şu gökdelenlerden birinin tepesine çıkasım var. Menü’den gözlerine soka soka gösteriyorum. Bir sütlü çay içeceğim alt tarafı. Getirdikleri, şekerden bayılmış  sıcak çikolata tadında bir şey. Hasret kaldım adam gibi bir şey içmeye.
Gelmeden önce bir kaç arkadaşla seyahaterde nasıl davranılırı konuşuyorduk. Gittiğin ülkeye uy, madem o kadar yol kattettin kahvaltı için zeytin peynir arama, Türk yemeği yemeyi düşünme, bulunduğun yerin mutfağına uy diye bir konuşma yapmıştık. Ve evet,  itiraf ediyorum böyle davrananları da aşağılamıştık. Ama arkadaşlar durum öyle olmuyor işte... Vücudunuzun da istediği bir şey var. Sabah kalkar kalkmaz insan şekerli birşey yemek istemez. Yani en azından alışık olmayan vücut istemez. Sabah kahvaltısında noddle yemek kimin aklına gelir ki? Tek istediğim ağzıma atabilmek için bir parça ekmeğe benzer bir şey. Ne peynir, ne zeytin gibi arayışım yok, elimden geldiğince bulunduğum yerdeki mutfağa uymaya çalışıyorum. Ama elinize aldığınız her hamurlu şeyin içinde de garip bir tat çıkınca olmuyor işte. Şu an önüme çay diye getirip koydukları şeyi içmeye çalışıyorum ama yüzüm binbir şekle giriyor. Biliyorum... Çünkü engel olamıyorum.  Keşke normal bir Çay Evi’ne gitseydim, orada getirdikleri ginseng türü çaylar bir yere kadar eyvallah iyi geliyor. Ama şu içtiğim şeyin hala ne olduğunu çıkaramadım. Çay tadı da var, kahve tadı da, çikolata tadı da.

Şu an Sam’i andım. Yemin ediyorum, benden utanırdı şu an. Ki biz ne yersek yiyelim tadına bakarak içinde ne olduğunu ve nasıl pişirilmiş olduğunu tahmin eden ve de bilen insanlarız. Ancak şu an fiyaskoyu yaşıyoum. Buraya geldğimden beri hiç bir şeyi çıkaramıyorum, anlayamıyorum. Anlamadığım, çıkaramadığım bir çok şey yiyorum ve fazla sorgulamamaya çalışıyorum. Dün mesela bunların iç hatlarıyla uçtum. China Werstern Airlines. Uçakta verdikleri ve yediğim şeyin hala ne olduğunu bilmiyorum. Tek iç rahatlatıcı şey, tadı fena değildi. Zaten her şeyi sorgulamaya kalksam aç kalırım, ki ben acıkınca sinirli biri oluyorum. Şurda 10 günlük tatilimin içine edip, gerilecek değilim. “Ye ve unut!” politikası uyguluyorum. Maşallah gelmeden önce de sanki kendimi azığa almış gibi öyle çok yiyip kilo almışım ki, popo falan hiiiiççç küçülmedi. O yüzden hiç dert etmiyoum.


Yalnız adam gibi bir sütlü çay olaydı, iyiydi... :(

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder