Ve nihayet Shanghai’ya varabildim. Akşam 19.30 gibi Pudong Uluslararası
Havalimanına indim. Sarah’dan tembihli olarak City Bus tabelalalarını takip
ederek 2 numaralı otobüse bindim.
Jing An Temple durağı tek ve son durak... Bu otobüs Şehir Merkezine varıyor ve ortalama 45 daika yolculuk sürüyor. 20.30
civarı otobüsten indiğimde Sarah beni bekliyordu. 3 yıldır görüşmemiştik ve
otobüs durağında minik bir kavuşma sahnesi çevrilmiş oldu. :)
Sarah da bu sabah İngiltereden gelip doğrudan işe gittiği
için akşam iş çıkışı ancak bavulunu eve atabilmiş. Shanghai’da kalacak yer
konusunda endişe etmemiştim çünkü Sarah’ın bir stüdyo dairesi var ve beraber
kalacağız diye anlaştık. Ancak dün akşam eve gidince bu şehirdeki yaşanacak
yerlerin ne kadar muazzaaaammm geniş!!!! olduklarını gördüm. Elbette şaka yapıyorum! Hap kadar evler... Stüdyo daire denilen şey asma
kat mantığı ile oturma odası olarak kullandığınız alanın üstüne yatağın konacağı bir yer yapılmış. Anlayacağınız aslında yatağınızın altında oturuyorsunuz ve tavanınız yatağınızın altı. (ranza gibi düşünün) Ortada da yaşamak için birine lazım olabilecek her türlü şey konmuş, tıpkı İKEA
evleri gibi 5 metrekare alana sığdırılmış. Yeni gelen ve henüz açılmamış
valizlerle etrafta adım atmaya yer yok. Kaldı ki ben ve valizim henüz içeri
girmedik bile. Ortalık toparlanana kadar otelde kalmam konusunda anlaştık. Ve
Sarah’ın kaldığı gökdelenin tam karşısında (arada sadece 50 metre bir yol var) bulunan
gökdelen otelde kalmama karar verdik. 3 gece Hanting Hotel’de kalacağım. Ancak
dürüst olmak gerekirse, o klostrofobik
alanı düşününce dönene kadar şu anki
yerimde kalsam mı diye de düşünmüyor değilim. 3 gece için 250 TL ödüyorum. Şu
anki kaldığım lükse bakılırsa aynı standarttaki bir otel hem de şehrin
merkezinde genelde yabancıların yaşadığı resindence’ların arasında, ki şu an
benim kaldığım binada da epey yabancı var, İstanbul’da aynı sandartda dünya
kadar para ödeyebilirdim. Kısaca İstanbul'un Nişantaşı kalitesinde ancak
Maslak’ta ki tüm gökdelenlerin bir araya getirilmiş şekliyle bir bölgede
kalıyorum. Jing An denilen bu bölge çok merkezi ve Restaurant, Cafe, Bar ve
alışveriş mağazaları çok kaliteli.
Odamdaki pencereden görünen manzara budur.
Sabah karnım acıktığı için uyandım. Ki hala Türkiye
saatinden kurtulamadım. Saat 6’da kalktım. Uykusuzluktan sürünüyordum ancak burada
çoktan 11.00 olmuştu bile. Büyük bir kızgınlıkla hemen duşa girdim. Kendime
gelmemin başka yolu yok. Çabucak üstümü giyinip kendimi sokaklara attım. Sarah
çalıştığı için o işe gitti. Evlerimiz aynı sokakta (Kangding Road ki biz buna Çince kangding lu diyoruz :) ) karşılıklı, dediğim gibi. Evin
anahtarı ve ihtiyacım olan her şey elimin altında. Çift anahtar yaşıyorum.
Kaldığımız binaların altında cafe ve restaurant’lar mevcut.
Hemen komşu muhabbetine girmeyeyim
diye öncelikle etrafı keşfetmek ve kafama göre bir yere girip kahvaltı yapmak
istiyorum. Dolayısıyla elimde harita önüme çıkan ilk sokağa girdim. 3 saatlik
yürüyüşün ardından bitap halde geri dönebildim. Biraz uğraştırdı ancak neyseki
sokak tabelalarında Çince ile beraber Latin alfabesi de kullanıyorlar. Yoksa
yolunuzu bulmak mümkün değil.
Dükkanlarda çalışanlar çok şaşırttı beni çünkü
ertafta (özellikle Shanghai’da) epey yabancı olmasına rağmen henüz doğru düzgün
ingilizce konuşan kimse yok. 3 saatlik yürüyüş esnasında en az 10 kişiyle
konuştum maalesef tek ingilizce bilene rastlamadım. Farkettiğim şey yabancılar
Çince konuşuyor. Bu arada yorum yapmadan geçemeyeceğim. Bir Çinlinin İngilizce
konuşması ne kadar iticiyse bir yabancının Çince konuşması o derece çekici.
İnanılmaz ve kararlı şekilde bu dili öğrenmeye karar verdim. Özellikle Çince
konuşan Batılı erkeklere karşı garip bir çekim duymaya başladım. Bi erkek Çince
konuşurken nasıl böyle hoş olabilir ki? sorusu kafamda fazlasıyla
tekrarlanıyor.
Dün akşam internetle ilgili bir sorun çıktığı için bir kaç
defa resepsiyona inmek zorunda kaldım. Sanırım bir müşteri idi, Çinli bir adam
1 saatten fazla telefonda konuştu. 2 defa indim çıktım (ki 22. kattayım ve
asansör çok yavaş çalışıyor) adam hala telefondaydı. İngilizce konuşuyordu ve o
sesi duydukça elindeki telefonu alıp yedirmek istedim bir an. Kendime hakim
olmasam “Rica edeceğim, lütfen bir sus, kapat şu telefonu kendi diline dön”
diyeceğim ama “Kızım uslu ol” diyerek kendime telkinde bulundum.
Bu şehir Beijing’ten çok ama çok farklı. Sanırım Beijing’te
hala bir Çinli ruhu var ancak Shanghai ülkenin en büyük ticaret liman kenti
olduğu için daha çok iş havasında bir şehir. Bankalar, Ticari firmalar, Büyük
firmaların Uzakdoğu Merkezleri vs. bu şehirde. E tabii bu da bu şehirdeki o
hissetmek istediğiniz Çinli ruhunu biraz bertaraf ediyor. Sokaklarda yürürken
kafanızı nereye çevirseniz kocaman binalar var önünüzde. Sanki açık
cezaevindesiniz ve parmaklıklarınız da gökdelenler gibi hissediyorsunuz. Yani
en azından ben öyle hissettim.
Şehrin ortasından Huangpu Nehri geçiyor. Aslında Yangtze
Nehri’nin(Chang Jiang)bir kolu. Doğu Çin Denizinden çıkış yapıyor ve Dianshan
Gölüne kadar ince bir çok kola ayrılarak şehirden U şeklinde geçiyor. Yangzte Nehri tıpkı bizim İstanbul Boğazı
gibi Shanghai ve Nantong’u ayırıyor. E tabi bir şehri ikiye bölmüyor da 2 şehri
birbirinden ayırıyor. Shanghai 2 alana bölünmüş durumda. Huangpu Nehri’nin
Batısı Puxi, Doğusu ise Pudong olarak geçiyor. Puxi daha çok alışveriş
merkezlerinin, restaurant ve barların, gece kulüplerinin olduğu bir bölge. Pudong
ise ticaret ve finans merkezleri bölgesi.
Tıpkı İstanbul’daki boğaz gibi insanlar Shanghai’da karşıya
geçmek için Huangpu Nehri’nde feribot kullanıyorlar. Ancak herkesin de bildiği gibi
insanlar yoğun olarak bisiklet ve mobilet kullanıyorlar. Mesela Sarah evden
bisikletle çıkıyor, feribotla karşıya geçiyor, işe yine bisikletle gidiyor. Keşke
İstanbul’da da bu kadar yoğun şekilde
bisiklet ve mobilet kullanabilsek. Hemen bir Vespa alasım geldi. Minnacık
hatunların çoğunun altında Vespa’ları var ve çok rahat yolculuk ediyorlar.
Hepsinin sepeti mutlaka var. Alışverişte taşıma sorunu yaşamıyorlar.
Yalnız ummadığım kadar internet sorunu yaşıyorum burada. Her
şey garipsenecek bir kontrol içinde. Blog’uma hala giriş yapamadığım için
maalesef tüm yazdıklarımı ancak döndükten sonra yayınlayabileceğim. Keşke imkan
olsaydı birebir size her şeyi aktarabilseydim. Sansür baş ağrısı yapacak kadar var burada.
Şimdi benim bebeği alıp (ben Netbook’uma ufak olduğu için
bebek diyorum :) )aşağıya cafe’ye ineceğim ve bir yandan kahvemi çayımı içerken bir yandan
yazmaya ve okumaya devam edeceğim.
Elimde takos kalınlığında bir kitap var. (Üzerinde Lonely
Planet China yazıyor. Lucy bana görülecek yerler hakkındaki bilgileri verirken
sürekli Lonely Planet’ininde de yazacagı gibi deyip durdu, ben de bunun ne demek
olduğunu çıkarmaya çalışıyordum günlerdir. Meğer bilgilendirirci kitabın
adıymış) Çin hakkında olabildiği kadar
bilgi edinmeye çalışıyorum. Size ince gibi görünebilir. Ama 1050 sayfalık bir
Çin kütüphanesi. Gerçi ben sadece 2 şehri görebildiğim için daha çok onlar hakkındaki
bilgileri okuyacağım. Ancak itiraf
etmeliyim ki; ilk parayı vurduğum anda bu ülkeye tekrar geleceğim. Henüz
ülkenin ortasındaki şehirleri görmedim ve sanırım daha kırsal kesimler çok daha
ilginç görünecektir. Belki sürekli tekrarlıyoum ama gerçekten bu ülke
bambaşkaymış. Uzakdoğu’nun cazibesi insanı çok etkiliyor ve rahatsız olduğunuz
şeyler olsa bile yine de sizi kendisine bağlıyor. (Rahatsız olduğum tek şey
koku! Kokular beni bayıltacak ama yapacak bir şey yok.) Her yerin kendine has
bir özelliği var elbette ama buranın tamamen farklı bir havası var.
Aklıma gelmişken buralara gelmek isteyenler bence olabildiği
kadar turlardan uzak durup şehrin gerçeğine girsinler. Kaybolmaktan korkmayın,
ne kadar kaybolursanız o kadar çok yer öğreniyorsunuz. Elinizde bir harita
varsa ne olursa olsun zaten kaybolmazsınız. E birde kaldığınız yerin minik bir
kartını yanınıza alın, en kötü ihtimalle bir taksiye biner gitmek istediğiniz
yeri gösterirsiniz.
Aşağı iniyorum şimdi. Biraz da dışarıda takılayım. Aklıma
gelenleri ve gördüklerimi yazmaya devam ederim yine.
Yıldım artık... Gerçekten yıldım... Geldiğimden beri bir
Allah’ın kuluna dert anlatamıyorum ya, şu gökdelenlerden birinin tepesine
çıkasım var. Menü’den gözlerine soka soka gösteriyorum. Bir sütlü çay içeceğim
alt tarafı. Getirdikleri, şekerden bayılmış
sıcak çikolata tadında bir şey. Hasret kaldım adam gibi bir şey içmeye.
Gelmeden önce bir kaç arkadaşla seyahaterde nasıl
davranılırı konuşuyorduk. Gittiğin ülkeye uy, madem o kadar yol kattettin
kahvaltı için zeytin peynir arama, Türk yemeği yemeyi düşünme, bulunduğun yerin
mutfağına uy diye bir konuşma yapmıştık. Ve evet, itiraf ediyorum böyle davrananları da
aşağılamıştık. Ama arkadaşlar durum öyle olmuyor işte... Vücudunuzun da
istediği bir şey var. Sabah kalkar kalkmaz insan şekerli birşey yemek istemez.
Yani en azından alışık olmayan vücut istemez. Sabah kahvaltısında noddle yemek
kimin aklına gelir ki? Tek istediğim ağzıma atabilmek için bir parça ekmeğe
benzer bir şey. Ne peynir, ne zeytin gibi arayışım yok, elimden geldiğince
bulunduğum yerdeki mutfağa uymaya çalışıyorum. Ama elinize aldığınız her
hamurlu şeyin içinde de garip bir tat çıkınca olmuyor işte. Şu an önüme çay
diye getirip koydukları şeyi içmeye çalışıyorum ama yüzüm binbir şekle giriyor.
Biliyorum... Çünkü engel olamıyorum. Keşke
normal bir Çay Evi’ne gitseydim, orada getirdikleri ginseng türü çaylar bir
yere kadar eyvallah iyi geliyor. Ama şu içtiğim şeyin hala ne olduğunu
çıkaramadım. Çay tadı da var, kahve tadı da, çikolata tadı da.
Şu an Sam’i andım. Yemin ediyorum, benden utanırdı şu an. Ki
biz ne yersek yiyelim tadına bakarak içinde ne olduğunu ve nasıl pişirilmiş
olduğunu tahmin eden ve de bilen insanlarız. Ancak şu an fiyaskoyu yaşıyoum.
Buraya geldğimden beri hiç bir şeyi çıkaramıyorum, anlayamıyorum. Anlamadığım,
çıkaramadığım bir çok şey yiyorum ve fazla sorgulamamaya çalışıyorum. Dün
mesela bunların iç hatlarıyla uçtum. China Werstern Airlines. Uçakta verdikleri
ve yediğim şeyin hala ne olduğunu bilmiyorum. Tek iç rahatlatıcı şey, tadı fena
değildi. Zaten her şeyi sorgulamaya kalksam aç kalırım, ki ben acıkınca sinirli
biri oluyorum. Şurda 10 günlük tatilimin içine edip, gerilecek değilim. “Ye ve
unut!” politikası uyguluyorum. Maşallah gelmeden önce de sanki kendimi azığa
almış gibi öyle çok yiyip kilo almışım ki, popo falan hiiiiççç küçülmedi. O
yüzden hiç dert etmiyoum.
Yalnız adam gibi bir sütlü çay olaydı, iyiydi... :(
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder