Günün Sözü

Umut her daim vardır...

30 Eylül 2013 Pazartesi

In any contest between power and patience, bet on patience.


Özlü sözler vardır bilirsiniz. Hele Türkçe'nin en çok sevdiğim tarafı deyimlerimiz ve ata sözlerimizin varlığıdır. İtiraz edenler olabilir elbet, vardır bir düşündükleri ancak benim kanaatimce Türkçe'yi zenginleştiren, deyimlerimiz ve ata sözlerimizdir. Onlar olmasa ifade alanımız çok dar olacak ve ne yazık ki bazı şeyleri anlatmakta kısıtlı bir alana sahip olacaktık. 


Rahmetli anneannem sayesinde ben ve kuzenler -doğal olarak analarımızdan da nasiplendiğimiz- hatırı sayılır miktarda deyiş öğrendik. Hem de ne deyişler! Keşke imkan olsa, keşke burada yazmak için uygun olsalar da şöyle uzun bir liste yapabilsem size. Yeri geldikçe kullanır, yeri geldikçe son noktayı siz koyabilirdiniz sohbetlere. 

İşte bizim dilimizdeki gibi,  yabancı deyişler de çok hoşuma gider. Bir film seyrederken, bir kitap okurken dikkatimi çeken bir cümle olursa hemen bir yere not ederim. (Son günlerde çoğunlukla telefonuma! Gerçi sonradan bu neydi diye bir türlü çıkaramadıklarım da oluyor ama not almaya aynen devam ediyorum.) 

İşte böyle bir zamandan kalma bir cümle çıkıverdi notlarım arasından. Der ki; Güç ve sabır arasında bir yarışma olursa, sabırdan yana bahse girin!   

Hayatımda bir çok kereler bunun çok doğru olduğunu bire bir yaşadım. Bazen kötü anlar yaşarsınız, bazen her şey ters gider, bazen çok kırılırsınız, bazen sizi çok üzerler, bazen tüm dünya başınıza yıkıldı sanırsınız, bazen bir haksızlığa uğrasınız, bazen birileri haksızlığa uğramıştır ve gücünüz yetmediği için siz de sadece seyretmek zorunda kalmışsınızdır, bazen acılara şahitlik etmiş, bazen de acıları yaşamışsınızdır. Tüm bu yaşamdan kesitlerin içinde hep ama hep gücünüz olsun istemişsinizdir. Veyahutta değiştirme gücüne sahip olmak istemişsinizdir... Sonuca çıkan yol hep güce sahip olmaktan geçer gibi görünmüştür. Öyle ya, güç sahibi olanlar, her şeyle başa çıkma potansiyeline de sahiptirler. 

Sizi hayal kırıklığına uğratacağım. Böyle bir düşünce içerisindeyseniz maalesef büyük bir yanılgı yumağına dolanmış bulunuyorsunuz. 

Güç geçicidir arkadaşlar. Bir insanın sahip olabileceği en değerli şey sabretmesini bilmesidir. Sabır erdemler arasında bulunur. Ama Güç! Bir erdem değildir. Bugün sahip olunan ama ebediyete kadar sahip olunacağı garantisi olmayan bir olgudur. Oysa sabır... Sabır bir insanı her zaman ayakta tutar! Sabır bir insanı her zaman hayatta tutar! 

Dönün şöyle geçmişinize bir bakın. Yaşadığınız şu ana kadar,  başınıza gelen en kötü anlarda sizi Güç mü hayatta tuttu yoksa sabretmenizin ödülünü mü aldınız? 

Sabır bilgeliğin arkadaşıdır. Sabrettiğiniz sürece güç sahibi olanların dahi sahip olamayacağı tek şeye sahip olursunuz. Sadece içinizdeki bilgenin gösterdiği yolda ayakta kalabilme onuru. 

Ve elbette bir de; 

Sabrınızın sizi selamate çıkardığı andaki içinizdeki tarif edilemez kanat çırpınışlarıyla, yüzünüzdeki müstehzi gülüş.   
       

27 Eylül 2013 Cuma

Bilgece bir Laf

Türk filmlerini ya da dizilerini pek izlemem. Bir elin parmaklarını geçmez sayısı. Olan biten saçmalıktan daral gelir, izleyemem, sıkılırım.  

Bazen Sezar'ın hakkı Sezar'adır ya. İşte, ister itiraz edin, ister etmeyin, Hollywood bu işi biliyor. Hem filmleri hem de dizileri bana göre çok iyi. Başka hiç bir ülkenin sinema sektörüyle kıyaslanamayacak kadar iyi. 

Hatta geçenlerde yapılan Emmy Ödülleri Gecesine giden Cengiz Semercioğlu da Hollywood ve Yeşilçam arasındaki 10 farktan söz etmiş... Hepsi de çok doğru tespitler. Biraz düşünsek daha neler ekleriz o listeye de; şimdi gereği yok boşa zaman kaybetmenin... 
Yeşilçam bir yana, diğer ülke sinemalarında da epey bir fark çıkar. Gerçi yapılanın hepsi kötü demiyorum. Elbette diğer ülkeler de iyi filmler çıkartıyor. Kore Sineması, Hint Sineması, Fransız Sineması, İtalyan Sineması ve daha sayamayacağım kadar çok başka sinema sektörü var. Arada onlardan da iyi filmler çıkıyor:  Ancak çıkan işin yoğunluğuna bakarsanız, diğerlerinde 1 çıkıyorsa, Amerikalılarda 10 çıkıyor. Adamlar bu işi biliyor. Gerisi hikaye vesselam! 

Amerika'da Fox TV'de yayınlanan "Sons of Anarchy" adında bir dizi var. 6. sezon bir kaç hafta evvel başladı. Çok beğenerek seyrettiğim bir dizi. Şiddet içerikli olduğu ve epey de sert bir dil kullanıldığından +18 doğal olarak. Ancak olayların kurgusu, oyuncuların gerçekçiliği, dizinin akıcı hikayesi beni çok etkiledi. 

Belki çoğu kişiye basit gelebilir ama her ne izlersem izleyeyim, her ne okursam okuyayım mutlaka kendimi olayların içine sokarım. Ben olsam nasıl davranırım, ben olsam ne düşünür, ne yaparım diye kendime hep sorarım. Bazen içinde bulunduğum duvarları yıkamam, yaşanan kimi şeyler bana çok uç noktalarda gelir. Ama her şeyi doğallıkla yaşayan insanlara da gıpta etmeden geçemem. 

Mesela ikili ilişkilerde doğallığı bir türlü yakalayamadığımı düşünürüm. Hep kendimi kasarım, bir türlü rahat olamam. Belki yetiştirilişimden, içimden geldiği gibi davranırsam yanlış anlaşılırım diye düşünürüm. Ne zaman doğal olacağım, içimden ne geliyorsa öyle davranacağım desem, karşımdaki erkekler hemen bir kalıba sokmaya çalışmışlardır beni. Ne yaparsanız yapın, sizi olduğu gibi kabul edemezler, illa bir yafta yapıştırmaları gerekiyor haspaların.

Dizide ana karakterlerden biri, Amerikalıların da dediği gibi tam bir "bitch!" Öyle genç falan değil, babaanne olmuş ama maşallah mihrap yerinde, taş gibi bir vücut. Kadının canı istediği gibi davranması, her ne kadar kötü karakterse de bana çok eğlenceli geliyor. Dizinin bir bölümünde, hoşlandığı ve birlikte olduğu adamla bir diyaloğu var. Adam da onunla beraber olmak istiyor ancak güvenli ve düzgün bir hayat veremeyeceğinden geri çekilmeye çalışıyor. Kadınsa çoktan adamı istediğine karar vermiş, adamın atacağı adımı bekliyor. 
"Benimle olmak istiyor musun, istemiyor musun?" diye soruyor doğrudan.
Adam ona diyor ki;
"Şu an sana istediklerini verebilecek durumda değilim" 
Kadın "Benim ne istediğimi düşünüyorsun ki?" diye soruyor. "Aşk mı?" 
Ve devam eden cevap aynen şu şekilde;
"Yalnızca erkekler sevilmek ister, hayatım... Kadınlar istenmek ister!" 

Buyrun düşünün! Doğru mu, değil mi? 

Ama cevap verirken... :) Hadi amaaa... Hepiniz biraz dürüst olun kendinize... Gerçekten ne isterdiniz? Sevilmek mi? İstenmek mi? 

   

Salaklığıma Doymayayım!

Dün öğlenden sonradan beri gülüyorum kendime. Ama özellikle akşam kanka'yla konuşurken kahkahalarımı koyverdim gitti. 

Normal şartlarda çok fazla salaklık yapmam. Ortalama bir zekaya sahibim ama çabuk kavrarım olanı biteni. Dün bir çok şeyin bir araya gelmesinden dolayı o övündüğüm uyanıklığım sanki başka gezegene gitmişti. 

Yurtdışındaki ofislerimizin birinde bulunan Müdürlerden biri, bazen internetten alışverişl yapar, bana da bilgi verir "internetten şunu şunu aldım, sizin adınıza merkeze gönderiyi yönlendiriyorum, aldığınızda gelen gidenle bana ulaştırabilir misiniz?" diye ricada bulunur. Genelde paketlerin üzerinde onun adı yazar, ikinci isim olarak benim ki.  Ben de alınca bilirim ki onun.  Birileri gidince gönderirim. 

10-15 gün evvel ben de bir alışveriş yaptım internetten. Bir ayakkabı ve bir babet satın aldım ve gelmesini bekliyorum. Kargoyla gönderecekleri tarihin üzerinden 1 hafta geçti hala ortada benim paket yok. Bu arada hafta başı, bizim Müdür de geldi İstanbul'a. Bir ara bana "Yine bir sipariş verdim, gelince bana ulaştırır mısınız?" dedi. "Elbette" dedim ama aslına bakarsanız iş yoğunluğundan bu sefer çok üstünde durmadım. Aldığı şeyin muhteviyatını, nereden ne aldığını da söylemedi bu kez. 

Dün aklıma geldi, ulaşması gereken ayakkabılarım hala gelmeyince internete girip şikayet mail'i yazdım ve bir gönderi neden bu kadar uzun sürüyor diye de biraz sert yaptım. Tam o sırada bizim ofis boy tam da benim beklediğim ölçülerde bir kargo paketiyle "Abla, bu sana gelmiş!" diyerek çıkageldi.

Haa bu arada tabii atlamamam lazım, bütün gün en büyük patronla bir konu nedeniyle sürekli irtibatta olmam gerekti, o da ayrı bir stress oluşturdu üzerimde. Tüm bunlar yetmezmiş gibi bazı aile meseleleri ile ilgili bir kaç konuşma yapmak zorunda kaldım. Anlayacağınız kafamın bir dünya olması için her türlü malzeme bir araya geldi.       

Bizim ofis boy tam benim şikayet mail'in üstüne paketle çıkagelince, "Ben de şimdi yazdım adamlara, tüh" dedim. Pakette sadece benim adım yazıyor. Doğal olarak kargo poşetini açtım. Bir kutu. Biraz hafif... Kendi kendime "Bunlar yanlışlık yaptılar sadece babeti gönderdiler galiba" diye sesli sesli konuşuyorum. Ofis boy tepemde dikiliyor. Paketi sallıyorum, ama anlayamıyorum bi şey. Kutuyu açtım. İçinde bir hediye paketi yapılmış ayrı bir kutu. Tam ayakkabı kutusu ölçülerinde. "Allah allah, ne diye hediye paketi yapmışlar ki?" dedim. Mecburen açtım.... Haydaaaa,  içinden bir gömlek çıktı. "Bu ne şimdi?" diye birbirimize soruyoruz ofis boy'la. Çocuk zaten hiç bir şey anlamıyor.  Ben ısrarla yanlış şey gönderdiklerini düşünüyorum. Kargo fişine bakıyorum, paketin içinden çıkan fişlere bakıyorum her yerde benim adım yazıyor ve ben bir anlam veremiyorum. "Ben bir şey almadım. Nereden çıktı bu şimdi? İşin yoksa iadesiyle falan uğraş" diye homurdanıp duruyorum. Mecburen fişin üzerindeki numarayı geri aradım.Yanlışlık yapmışsınız bla bla bla diye telefonda nasıl çemkiriyorum göndericilere... Yok sipariş numarasını takip et, şu, bu, derken, demesinler mi "Bilmem kim bey, size onu hediye yollamış!" Ben dank diye kaldım tabii. "Allah allah, ne alakası var, ne gereği var?" dedim ve suratım pancar gibi kıpkırmızı oldu. 

Hayatta hiç sevmem hediye almayı. Ne diyeceğimi ve nasıl davranmam gerektiğini bilemem, beni o hale sokanlardan inanılmaz tilt olurum, o yüzden de mümkünse bana kimse hediye vermesin isterim. Bozulurum anlayacağınız. Telefonda böyle bir cevap alınca, ben de surat kıpkırmızı, mecbur aldım telefonu elime. Kendimce diyorum ki; "Bir kaç konuda yardım ettim ya, kendince nezaket gösteriyor!" Bana hediye gönderdiği için nasıl afilili bir teşekkür mesajı gönderdim  anlatamam.

2 dakika geçmedi aradı kendisi... Hayatımda ilk defa birisi benden, bana hediye almadığı için özür diledi!! :)

Adamcağız ne mahçup! Meğer o gelen paket, kendisinin sipariş ettiği paketmiş! Paketleri biz karıştırınca, üzerinde de onun adı falan yazmayınca, bildiğiniz hediyeyi sahiplendim. Utancımdan sırtımdan ter boşandı. 

Akşam eve gittim, kankaya olanı anlatıyorum, kahkahalarla gülüyoruz. Nasıl özürler dileniyor benden, keşke bana hediye alsaymış, keşke bana da gönderseymiş bir şey diye adam mahçup, ben kendi kendime gelin güvey oldum diye ayrı mahçupum. Hayatımda ilk defa biri, benden bu sebepten ötürü deli gibi özür diledi.

Bende ki arsızlığında sınırı yok yalnız. Zorla adama hediye aldıracağım kendim için! 

Dedim ya normal şartlarda olayı hemen kavrarım. Aslında telefonda Müdürün adını bana söylediklerinde anlamam gerekirdi ona gelen paket olduğunu, ama nedense tüm olumsuz şartlar bir araya geldi ve bir akıl tutulması yaşadım. 

Akşam kankaya da dediğim gibi; Salaklığıma doymayayım! :) 


25 Eylül 2013 Çarşamba

God, please save me from your followers!

Tanrım, beni takipçilerinden (sana inananlardan) koru! 

Biliyorum, böyle bir cümle okuduğunuzda inançsız biri olduğumu düşüneceksiniz. Toplum genelinin yaptığı hatayı yapıyor olduğunuzun, farkında bile değilsiniz.

İnançlıyım oysa. Belki bir alim değilim, belki ulu bir zat değilim ama herkesin çok net ve basitlikle kabul etmesi gereken şu ki; inancım ya da başka birinin inancı kendisini ve yaratıcısını ilgilendirir. 

Basit kulların, sanki kendilerine özel bir vahiy gelmişçesine bir küstahlıkla başkalarını yargılamaya ya da kendince sınıflandırmalar yapmaya nasıl cüret ettiklerini anlamış değilim. 

Birilerinin yaratıcısıyla özel bir iletişimi var da, bizim mi haberimiz yok! 

Son zamanlarda dünyada da, ülkemizde de olanları herkes az çok biliyor. Çıkan her türlü ilkellik, vahşet, cinayet, geri kalmışlık, kölelik, maalesef hep müslüman ülkelerde cereyan ediyor. 


Çok bilenler hemen atılacak, ama, ama, ama... Ama Batı da dünyanın her yerini istila ediyor, ama Batı da tüm ülkeleri köleleştiriyor, sömürüyor, kanını emiyor bla bla bla. Kardeşim siz aptal olursanız daha çoooookkk kanınızı emerler! 


Din denilen olgu maalesef ama maalesef insanları köleleştirmek için kullanılan en uygun araç. Din uğruna insanların gözü dönüyor, akıl tutulması yaşanıyor, insanlıktan çıkılıyor, vicdanlar göz ardı ediliyor ve en kötüsü de bütün bunlar yaşanırken ilahi bir neden uğruna yapıldığı düşünülüyor. 

Kendimde dahil olmak üzere gözlemlediğim şu: Bizler - müslümanlar - doğduğumuz andan itibaren sorgulanamaz, mantıklı açıklaması olmayan, tamamen hurafelerle dolu bir terbiye içine alınıyoruz. Biraz sorgulasan "Sus, günaha girersin, öyle işte, sorgulama!" denir. Cevap bulunamadığı, tatmin edici mantıklı açıklama getirilemediği noktada hep günaha gireceğimiz, çok sorgulamamamız gerektiği söylendi... Sadece kabul et! 

En başta beni rahatsız eden nokta, Müslüman ülkelerin hepsi Batı'nın kendilerini sömürmeye çalıştığını söyleyerek, bugün din özgürlüğü adına yaptıkları tüm vahşice eylemleri haklı göstermeye çalışırken, bir vicdanlı çıkıp bana söyleyebilir mi acaba "Ya sizin kadınları köleleştirmenize, sömürmenize ne demeli? Bu çifte standardı neye dayanarak haklı buluyorsunuz?" Müslüman ülkelerdeki kadınların durumlarını görüyoruz, reva mıdır bu? Hangi hakla, hangi vicdanla bu adaletsizliğe kalkışıyorlar? 

O küçücük beyinleriyle, dini istedikleri gibi şekillendirerek, sadece kendi çıkarları için istedikleri kuralları koyup, istediklerini kaldırarak, etrafımıza ördükleri duvarlarla gelişmeyi daha çoookk beklerler. Bu kafayla sonsuza kadar güçlü devletlerin oyuncağı, sömürgesi, yönetileni olacaklar. 

Geçenlerde birileri bana diyor ki; Avrupa nüfusu azaldı, Genç nüfusu da çok düştü. Başbakan 3 çocuk yapın derken doğru diyor, bize muhtaç olacaklar, yakın zamanda biz nüfus olarak onları geçince bizim de istediğimiz olacak! benzeri cahilce bir laf etti. Sanıyor ki nüfus çok olunca senden korkacaklar! 

Verdiğim cevap şudur: Bu baskıcı kurallarla, insanların vizyonu gelişmesin diye saçma sapan yasa ve yasaklarla, beyinler gelişmesin, insanlar sorgulamasın diye akılların etrafına örülen duvarlarla, robot gibi sadece denileni yapsın gerisini düşünemesin diyen bir zihniyette olan toplum, isterse milyarlarca kişi olsun, elin gelişmiş akıllısı gelir, kalan o 3 kişiyle o milyarları bir güzel yönetir, sen de sadece ama, ama, ama, der durursun!


Din olgusu insanın maneviyatı için gerekli bir ihtiyaçtır. İnanç insanda vicdanı oluşturur. Ki günümüzde herkesin buna fazlasıyla ihtiyaç duyduğunu görüyoruz. "Ben müslümanım" diyenlerin yaratıcısına en büyük hakareti şudur: Sana doğadaki her canlıdan farklı olarak akıl vermiş, düşünme yeteneği vermiş, sorma, öğrenme yetisi vermiş, sen kalk, sana verilen en büyük özelliği bir kenara bırak, amip gibi yaşamaya, yaşatmaya uğraş. 


Allah'ım, lütfen beni sana inananlardan koru!           

23 Eylül 2013 Pazartesi

Metro'da Bir Yarı Tanrı...

Senelerdir kullanırım Metro'yu. Size onlarca şikayet sayabilirim. En başta sanki senelerdir sabun, su yüzü görmemiş gibi kokan, sizi bayıltan o insan kokusu... Her defasında oksijen maskesiyle gelmeliydim dememe sebep olan ve insanların yüzlerine baka baka parmaklarımla burnumu sıkıp, diğer elimle sanki havayı dağıtacakmışım gibi suratımın önünü yelpazelememe sebep olan, muhtemelen bir gün yüzümdeki o buruş buruş ifadenin birinin sinirine dokunup üstüme atlamasına sebep olacak olan o koku. 

Ancak şehir trafiğini düşününce, bir kaç durak sonra iniyorum da daha uzun bir yolculukla işkencem uzamıyor diye yine de şükrediyorum. 

Akşam iş çıkışına denk gelen saatlerde binip inmenin büyük bir kıvraklık gerektirdiğini öğrenmiş bulunuyorum. Zaten tüm büyük şehirlerde durum böyle değil mi? Gerçi bizim milletimizi diğer milletlerle (gelişmiş ülke milletleri diyelim biz buna) kıyaslayınca hala gidecek çooookkk yolumuz olduğunu görüyorum. Mesela yürüyen merdivenlerde sağda durup, soldaki boşluktan insanların yürüyerek çıkmasını sağlaması gerektiğini bizim milletimiz henüz algılamadı. Hatta ortada saldırıya geçecek bir savaşçı edasıyla iki bacağı yana açık geçişi tıkayanlara, nezaketen sağda beklemesini söylediğinizde, bir dövülmediğiniz kalıyor! Bunu yapanlarda öyle okul, medeniyet yüzü görmemişler değil, bildiğiniz Queen Elizabeth edasıyla bileğinde çantası sarkan, sanki Fifth Avenue'da kırıta kırıta alışverişe çıkmış bir NewYorker sanırsınız. Teyzeye ola ki kazara sağa kaymasını söyleyin, hayatınızın hatasını yaparsınız! Sanki o merdivenler onun için yapılmış. 

Gerçi geçenlerde bir arkadaşımdan öğrendiğim kadarıyla bizim durumumuz Pekin metrosundan iyi. Adamların Pushman'ları varmış. Pushman; kalabalık metroda yolcuları tren kabinlerine itip, tıkış tıkış olacak şekilde olabildiği kadar çok insanı istifleyerek içeri sokmak için önüne geleni iterek metroya yerleştirmeye çalışan kişiler oluyor. Şöyle bir bakıp da kapılar kapanamıyorsa eğer, birini tutup dışarı çıkarıyor sonrasında gelecek trenin içine doğru tekrar itekleyerek yerleştirmeye çalışıyorlarmış. İşte şükredecek bir şey daha. Neyse ki Pushman'imiz yok! Bizim milletimiz bu görevi kendi kendine yapıyor zaten. 

Bunun gibi bir çok can sıkıcı olaylar ve insanlarla karşılaşırsınız... Ben de otomatiğe bağlanmış bir şekilde kulağıma kulaklıklarımı takıp, sabah kahvemi içmediğimden dolayı henüz patlamamış olan afyonumla baş başa, ya kitap okuyarak ya da güneş gözlüklerimin ardında uyuyarak yolculuğumu tamamlamaya çalışıyorum.

Ta ki bu sabaha kadar!

Bu sabah Metro'da gördüğüm yaratık insan olamaz diye düşünüyorum. Allah'ın boş zamanına mı rastlamış, yoksa başka bir gezegenden geldi de, bizi şereflendirmek mi istedi henüz çözemedim! 

Söz konusu yaratık muhtemelen Olympos Dağından gönderilen yarı Tanrı gibi bir şey olsa gerek. Thor halt etmiş yanında. Zaten görse kendinden utanır, eziğe bağlar. Sabah sabah bir güneş doğdu sanki. Kahvemi içmeden afyonum patladı. Gözlerim bayram yaptı, gönlüm şenlendi. 

Tek hayıflandığım nokta; e be kızım keşke fotoğrafını çekeydin ya dedim kendi kendime. Bir daha nerede göreceğim? 

Metro ile ilgili bir çok sorun ve sinir bozucu şeyler sıralayabilirim size. Ama bugün... Bugün olmaz! Bugün nedense Metro'yu çok seviyorum. Metro iyidir arkadaşlar. Hızlıdır, dakiktir, size zaman kazandırır, bla bla bla. Ama en çok da işte böyle, bakarsınız size "Vaaoowww" dedirtecek birilerini de karşınıza çıkartır. 

Demek öylelerine de erkek deniliyor, insan deniliyor... O yaratığı gördükten sonra geri kalan erkeklere ne denir bulamadın inanın ki.
  

20 Eylül 2013 Cuma

Nefis Bir Öğle Yemeği Daha

Uzun zamandan beri planladığımız öğle yemeği programını nihayet bugün yapabildik. 

Tüm gün ofiste çalışanlar bilir, kolay kolay dışarıda program yapılamaz. Hele işleri hep ofiste olanlar, hiç dışarı çıkamaz. Üç hatun aylar önce yaptığımız programı nihayet yineleyebildik.  

Üstelik üçümüzün de ha deyince dışarı çıkma şansı çok az olduğu halde... Üstelik üçümüz de ayrı ayrı ofislerde, İstanbul'un ayrı ayrı uçlarında olduğumuz halde... Ama gönüller isteyince her imkansız gerçekleşebiliyor işte böyle. Tıpkı bugünkü gibi. 

Çengelköy'de 4,5 ay evvel açılmış olan Toro Steak House'a gittik. Aramızdan birisi önce Rigel Balık yapalım dedi. Ben "işin içine balık girerse ve mekanda öyle Boğaz'ın dibindeyse iki kadeh rakı atmadan gelmem" dedim. Diğeri Toro'yu tavsiye edince -Rigel'in hemen yanı başında- tamam dedik. Rakı olmasa da bir kaç kadeh beyaz şarap, Boğaz'ın dibinde bir öğle vakti inanılmaz keyif yaptırdı.  

Beraber yemek yediğim hatunları işim dolayısıyla tanıdım. Görmediğiniz birileriyle, iş için sık sık telefonda konuştuğunuz da, ister istemez bir süre sonra samimiyet doğar. Telefonda başlayan samimiyet "e artık bir görüşseydik" cümlelerini getirdi. Sonrasındaysa nihayet buluşma anını... İlk yemekte de çok keyifli zaman geçirmiştim. Halbuki, itiraf edeyim biraz endişeyle gitmiştim. Hiç ummadığım kadar samimi ve sıcaktı iki hatun da. Mesleklerimizin aynı olması belki de yakınlaştırdı bizi bilemiyorum. Belki de sadece bana denk geldi ve samimi insanlar çıktı karşıma kim bilir. Tek bildiğim, hani birileriyle zaman geçirirsiniz de iki duygudan birini yaşarsınız ya; "Bir an evvel vakit dolsa da şuradan bir kaçıversem" ya da "zaman da ne çabuk geçti, daha konuşacak ne çok şey vardı." İşte bu iki cümleden biri kurulur genelde. Ben ikinci cümleyi kurdum her defasında. 

Geçen sefer de nefis yemeklerle bir şişe şarap devirmiştik, bu sefer de aynını yaptık. Hatunlarda muhabbet bol, güler yüz, samimiyet, hayattan keyif alma on numara. 

İşletmede ki hizmet inanılmaz kaliteli. Hem kendinizi evinizdeki gibi rahat, hem de sanki çok üst düzey biriymişsiniz gibi hissettiriyorlar. Çalışanların hepsi güler yüzlü, sıcak ve yardımseverler. Hepsinden güzeli; mekandan ayrılırken, karşı yakaya geleceğimden bir de tekneyle Kuruçeşme'ye bırakılmak oldu. Bir Cuma öğleden sonrası, nefis bir yemek ve şarap üstüne, tekneyle kısa bir boğaz turunun keyfine diyecek yok doğrusu. 

Bir sonraki buluşmayı Paris'te yapmaya karar verdik. Sabah gidip akşam dönelim dedim, gitmişken bari hafta sonu kalalım dediler. Organizasyonu ben yapıyorum. Nisan ayında bir hafta sonunu Paris'te yemek yemek için ayıracağız. Öyle çok paralar harcamamıza gerek de yok üstelik. Artık dünya küçük. Seneler önce servete mal olan seyahatler şimdi herkesin gerçekleştirebileceği kadar hesaplı. İşte sevdiğim şey bu. Esti mi aklına bir şey, insan yapmalı. Esti mi aklına, bahane aramamalı. Sanırım onlarda sevdiğim şey de bu, konuştuğun anda gerçekliğe dökme hevesleri. Hiç itirazsız, bahanesiz, delicesine... 

Anlayacağınız Nisan'ı iple çekeceğim, iki güzel hatunla; 

Nefis Bir Öğle Yemeği Daha...    




   

19 Eylül 2013 Perşembe

SAS Komandolarının Yeni Adayı...


Kamuflaj olmuş bir Çıtır. Bakmayın masum göründüğüne. Haber geldi... Orduya alacaklarmış. Askerleri eğitecekmiş. Ondan daha iyi kamuflajı beceren yok diyorlar. Masumiyetin altındaki şeytanlık...

Zaten bu şekilde dünyada iki kedi var. Biri Shrek'teki çizmeli kedi. Masumiyet ve Şeytanlık karışımı.... Diğeri de bu cehennem kaçkını. 

Annesi iki gündür yalvarıyor bana, "öyle deme, benim kızım ruhumu tamir ediyor, dinlendiriyor, mutlu ediyor" diye. Ruhu tamir ediyor da fiziksel zarardan bahseden yoookkk.. Arkadaş, her tarafımız bandajlı geziyoruz, hayır kedinin bu kadar vahşi olduğunu bilmesek, arkadaşımın kocası tarafından vahşice sevildiğini! düşüneceğim.  






18 Eylül 2013 Çarşamba

Başlarım böyle havaya... Bir de böyle kediye...

Sanki benim sıkıntım bana yetmiyor. Sanki her şey üzerime çöreklenmiyormuş gibi, bir de bulutlar... Bulutlar bugün yer çekimi kuvvetine karşı gelemediler. Hepsi aşağı indi.  Bu nasıl bir bunalımlı havadır, nasıl bir iç daralmasıdır çözemedim. 

Benim keyfim havaya endeksli olduğundan; hava güzel, ben güzelim... Hava kötü, ben kötüyüm... Bugün kötüyüm işte. 

Henüz hazır değilim yazın bitmesine. Daha kendimi alıştıramadım. Daha çoookkk vardı kışın gelmesine. Bugün kapıları tıklatmaya başladı gibi hissediyorum. E utanmaz yarın öbür gün tekmelemeye de başlar. Gelme kış! Henüz gelme! :( Daha hazır değilim o buhrana, karanlığa, soğuğa, lahana gibi kat kat giyinmeye. 
Kış çocuğuyum ama sevmem hiç kendimi bildim bileli soğuğu. Elim ayağım üşüdü mü, ha bir de karnım çok acıktı mı çekilmez biri oluyorum. Elimde değil, sinir kat sayım arttıkça artıyor, gerildikçe geriliyorum. Aksi mi aksi biri oluyorum. Ama sıcak olsun, karnım tok olsun pamuk gibi biriyim ben aslında. Tüm bunları yazınca kendimi kedilere benzettim. Hiç hazzetmediğim hayvanlar oysa. :(  Amaaannn Allah benzetmesin! 

Aklıma geldi, en son kedi maceramı anlatayım. İş yerinde en yakın arkadaşım Sam, (Ben ona böyle hitap ediyorum) evini badana yaptırmaya karar verdi bu yaz. Sam'in bir kedisi var. Yavruyken şöyle bir görmüştüm, eh işte deyip geçmiştim. Her gün Sam'in kedisine karşı sarf ettiği sevgi ve aşk sözlerini dinliyorum. Hayvanı bir anlatıyor, duyan dünyanın en muhteşem kedisi sanır. "Ben onunla yaşıyorum, onun sevgisi her şeye bedel, beni mutlu eden tek varlık o, her sabah öpüşüp koklaşıyoruz, bir sevişiyoruz, bir sevişiyoruz anlatamam" diyerek her gün nameler diziyor Çıtır isimli kedisi hakkında. Hiç unutmam bir gün asansördeyiz yemeğe iniyoruz, bizimle birlikte bir kaç kişi daha bindi diğer katlarda. Kimsenin farkında değiliz ve Sam yine Çıtır'dan bahsediyor: "Sabah nasıl seviştik anlatamam, gıdılarına gıdılarına yapıştım, karnını, her yerini öptüm öptüm doyamadım, o da benim boynumu, koynumu her yerimi öptü" diyerek döktürüyor nameleri. Bir an gayri ihtiyari gözüm asansördeki adamların yüzüne takıldı. Hepsi dehşetle bize bakıyorlardı. Asansör giriş katına gelip tuhaf bakışlarla bizi yalnız bıraktıklarında biz yerlere yatmıştık gülmekten. Kim nereden bilecek ki kediden bahsediyoruz. 

Sam'in badanası 1 hafta süreceği ve evdeki tüm eşyalar kalkacağı için Çıtır'a bir hafta bakıp bakamayacağımı sordu. Benim de hayvanlarla aram iyidir."Elbette, getir kalsın bende bir hafta, ne olacak ki?" dedim. (O kediye hayvan demek diğer hayvanlara hakaret ama canlılar aleminde onu sınıflandıracak başka bir isim bilmiyorum)   Allahım, hayatımın en korkunç kararını verdiğimi nereden bileyim? O Çıtır (Ben Katır diyorum) denilen mendebur hayvan bana dünyayı (benim evim benim dünyam oluyor) dar etti, zehir etti. Kendince bir yerlere saklanıp, farkına varmadan oradan geçerken birden fırlayıp tırmık atmalar mı? Beni mutfağa sıkıştırıp tıslamalar mı? Bir SAS Komandosu yeteneğinde ve sessizliğinde yerlerde sürünerek yaklaşıp birden üzerime atlamalar mı? Kedi, kedi değil bildiğiniz Şeytan! Kedinin şeytan yutmuş hali. Kendimi yatak odama kilitlemek zorunda kaldım çünkü beni tek başıma yakalasa kesin yiyecekti. 3. gün korkudan dayanamayıp annesini çağırdım, "mümkünü yok ben bununla yalnız başıma bu evde kalamam, gel kızına sahip çık" dedim. Ben 5. katta oturuyorum, Bu Çıtır denilen atarlı Gülistan pencerenin kenarlarında dolaşıyor. Allahım, bildiğim tüm duaları ediyorum düşsün aşağı diye. Sam'e dedim ki ; "Bak, tamam ben itmem (her ne kadar içimden delice böyle bir istek geçse de) biliyorum bir daha uyku girmez gözüme vicdan azabından.. Ancaaaakk, kendi düşerse de hiiiiççç üzülmem. İnşallah düşer de, sen de kurtulursun bu mendeburdan. Çünkü bu kedinin daha 15 yıl yaşayacağını düşünürsek çekilmez bir hayat var önünde". 

Sam her gün bir yerlerinde tırmık izleriyle geliyor işe. Bu ne? diye sorduğumda, neymiş Çıtır'ı çok sevmiş çok sıkıştırmış da o yüzden tırmalamışmış. Hayvan nankör! E be atarlı, e be nankör kedi. Bıraksalar sokaklarda sürünecektin, kız seni aldı, dersin Buckingham Saray'ına prenses gelmiş, yediği önünde yemediği arkasında, her şeyin en pahalısı, en kalitelisi, en güzeli alınıyor. Neymiş hayvan sevmeye gelmiyormuşta, tırmalıyormuş. Hayır efendim hayır, hayvanın soyu bozuk! Şeytan'ın dünyada şekil bulmuş hali. 

Kendimi yatak odasına kilitlediğim geceyi hiiiççç unutmam. Gelmiş, kapıya yapışmış, iki ayağının üzerine kalkmış, ön patilerindeki tırnakları çıkarmış, kapının camına dayamış o patileri, tırnaklarını aşağıya doğru ccvkkkkkkkkccvvkk diye iç tırmalayıcı bir sesle yavaş yavaş bir indirişi var, o anı gördüm, notu verdim. Şeytan yutmuş bu kedi!   

Sam'im, canım, ne üzüldü kızının bana yaptıklarını görünce. Hala da dünyadaki en sevdiği yaratık o antilop bozması, cehennem kaçkını kedi ya, aklım almıyor hala. Kendisine de dediğim gibi, sorgusuz sualsiz, hiç beklentisiz, o kediyi o kadar seviyor ya, kesin cennete gidecek benim arkadaşım.

Bense uzaydan gelme Allien, evimden çıkar çıkmaz şükür üstüne şükür duaları ettim. Rabbim sana şükür, o kediyle 5 gün yaşayıp hala hayatta kaldığım için diyerek. Gerçi kan akıttı mendebur hayvan, bacağımda izini taşıyorum ama inşallah kıstırırım bir yerde, bir gün! Annesi görmeden tabii :))    


  

17 Eylül 2013 Salı

Bütün Kızlar Toplandık

Hatun muhabbeti başka olur. Erkekler bunu anlamaz. Onların da kendilerine göre vardır toplanıp eğlenme şekilleri, ama kadınların ki başka olur. 

Benim kuzum büyüdü, kocaman oldu, üniversiteler kazandı ve başka bir şehirde yaşama yolları açtı. Yeğenim, ki çoğu zaman kendi kızım gibi hissederim, üniversite için İzmir'e taşındı dün. Hayatında ilk defa doğduğu şehirden uzak, ailesinden, yakınlarından kilometrelerce ötede başka bir şehirde yaşayacak. 

Benim yaşadığım apartmandaki ahali (toplam 6 daire)  genç popülasyondan oluşuyor. Binada ayrı dairelerden ziyade komün halinde yaşıyoruz diyebilirim. Daire daire dolaşıyoruz. Saat konusu pek kimsenin kafasına takmadığı bir ayrıntı. Hal böyle olunca herkes herkesin hayatındaki herkesi, herşeyi biliyor. 

Doğal olarak Haz'ı da hepsi tanıyor. Kızımız üniversiteli oldu ya, haydi bir Hoşçakal Partisi yapalım dedim. Apartmanı panayır yerine çevirdik. Yetenekli Bayan Ripley tarzında bir bahçekatı sakinimiz var. Güzel yemek yapar, güzel şeyler tasarlar, güzel makyaj yapar, hatta dün gece yeni yeteneğini keşfettik, güzel de dikiş dikermiş. :) Havalı bir elbise dikmiş kendisine... (Bir ara çalmaya çalışacağım.) Bütün apartmanı mumlar ve balonlarla süsledik. Giriş kapısından itibaren... Hepsi Bayan Ripley sayesinde. Apartman duvarına astığımız afişin dizaynını da o yaptı. Süslemeleri yapmak için sanırım 1 saat içinde tahminen 10 kez falan 4 katı inip çıkmıştır. Hakkını ödemek imkansız.  

Akşam işten çıktıktan sonra eve gidip parti hazırlamak, eğer her an yardımınıza koşacak dostlarınız yoksa çok zor. Ama ben çok şanslıyım. Çünkü sağlam dostlarım var. Aysin'im (çocukluk arkadaşım, can yoldaşım) daha ben eve gitmeden elinde ev yapımı nefis bir pastayla yola düşmüştü bile. Sonraki 2 saat hummalı bir çalışmayla tüm hazırlığımızı bitirdik. Ve Haz'ın tamamen habersiz olduğu sürprizimizi gerçekleştirdik. İnsanları mutlu suratlarla görmek çok güzel. Ayrıca birilerini mutlu etmek için illa da çok büyük şeylere gerek olmadığını bilmek de güzel. 

Uzun zamandır içmediğim kadar içtim. Eğlenmediğim kadar eğlendim. Gece boyunca farklı ortamlardan bir araya gelmiş insanların anlaşamayacağını düşünüp endişelenmediğim anlar olmadı değil, (Ev sahipliği zor zanaat mirim :) )  ancak insanlar güler yüzlü olunca, farklılıkların da daha güzel olduğunu gördüm. 

Yaşadığım binadaki ahali portföyü biraz değişik diyebilirim. Bir ara uzun uzun size hepsini anlatacağım. Biz nasılsa birbirimizin farklılıklarından keyif alan kişileriz.. Nasıl oldu bilemiyoruz bir şekilde bir araya geldik. Hepimizin gariplikleri bir ötekini eğlendiriyor. 23 yaşındaki tekne kazıntısı kızımızın ağzından çıkan en tatlı kelime amk. (Gecenin repliği kendisine aittir: Parti var dediler, geldik amk) Herkesin sadece kendi olduğu, öteki ne düşünür diye sıkıntıya girmediği, her türülü sohbetin rahatlıkla yapıldığı bir ortamda, her akşam eve gittiğinizde yalnız kalmayacağınızı ve çalacak mutlaka bir kapınız olduğunu bilmek, inanın bu zamanda en rahatlatıcı duygulardan biri. 

Umarım herkes bizim gibi şanslı olur... Umarım bizim gibi komşu değil de dost bulur. 



Bu dünyaya verilen zararların yarısı kendini önemli hissetmek isteyen insanların eseridir.

Demiş, T.S Elliot. 

Benim etrafım bunlarla çevrili ve cümlenin tam manasını birebir görüp yaşıyorum. (İş yerimdeki zavallılardan bahsediyorum.) Şükürler olsun arkadaşlarım bu tür şeyleri umursamayan kendileriyle barışık ve bu yüzden de keyifli insanlar. Son bir kaç seneyi etrafımdakileri ayıklayarak geçirdim ve geçmişte ne kadar stresli, ne kadar mutsuz olduğumu fark ettim. Şu anda da sorunlar yaşıyorum, hem de çok. Hayatla tek başıma mücadele ediyorum en başta. Ama hayatımın hiç bir döneminde son bir kaç senedir olduğum kadar mutlu olmadım. Sebebi etrafımdaki arkadaşlarım. Gerisi hikaye. 

İnsan dünyada isterse her şeyle başa çıkabiliyor. Yeter ki yanında güveneceği, seveceği, kendisini olduğu gibi kabul eden, yargılamayan, değiştirmeyen kişiler olsun. Ruhunuz özgürse eğer, mutlu olmamanız için bir neden yok. Hayatın içinde sorunlar her zaman var. Maddi sorunlar, etrafınızdaki insanların duyarsızlığı, işte görüyorsunuz yaşadığımız ülkedeki problemler, ego tavan yapmış ve sadece önemli olan kendileriymiş gibi davranan insanlar hep var olacak. Bunlardan kaçışımız maalesef yok. Hep olacaklar... 

İnsanoğlu doğanın en güçlü yaratığıymış gibi görünse de - doğaya hükmedebildiği için- aslında ruhsal olarak da o derece zavallı, o derece güçsüz... İnsanoğlunun "ego" denilen zayıf noktası, gezegenin en kuvvetli mihenk taşı. İnsanın gümüşünü, altınını ya da tenekesini ortaya çıkarıyor. 

Kendini illa da önemli hissetmek isteyen insanın diğerlerine yaptığı tıpkı Kelebek Etkisi gibi. Dünyanın bir yerinde bir Kelebek kanat çırptığında diğer bir yerinde kıyametler kopabiliyor. Bu insanların yaptıkları da. felaketler yaratmak. Kendilerini o kadar çok önemsiyor, o kadar çok bencilce davranıyorlar ki bunun farkında bile değiller. Oysa kalıcı şeyler iyilikten geçiyor. Elbette kötülükleriyle tarihe iz bırakmış, adını yazdırmışlar var... Ama nasıl hatırlanıyorlar ? Lanetle... Oysa asıl zor olanı ve en önemlisi gücünün yettiğince iyi olmaya çalışmak değil mi? 

Son günlerde büyük bir dikkatle GreenPeace'in Kutupları kurtarmak için Shell'le verdiği savaşı takip ediyorum. Naçizane bir destekçileri de benim. En basit ve gözle görülen örnek işte. 3 yıllık petrol için dünyanın içine etmek! Nedir şimdi bu adamların amacı? Çok para kazanmak, önemli insan olmak! Para güç demek. Haspalar kendilerini önemli hissedecekler ya, dünya mahvolmuş mahvolmamış kimsenin umurunda değil. İnsanlığın geri kalanı felakete sürüklenmiş hiç önemi yok! Önemli olan, onlar önemli insan olacaklar ya. Tüm dert bu! Nasıl bir bataklıkmış bu insan egosu, nasıl bir cerahatmiş bu insan bencilliği anlaşılır gibi değil Bu en büyük örnek. Bunun gibi büyük küçük kaç örnek var. 

Etrafınıza bir bakın... Kendini bir halt sanan, çooookkk önemliymiş gibi davranan insanlar sizce azımsanacak gibi mi? Cebinde  "Hamili kart yakinimdir." yazısı ile dolaşır zihniyette az insan olduğunu mu sanıyorsunuz? Ben her gün sayıyorum. Her gün sayı artıyor. 

Oysa keşke herkes avucundaki kelebeği sadece ve sadece insan olmaya bıraksa... Keşke o kelebek etkisini sadece iyiliğe, "hiç" olmaya kullansa.

               

11 Eylül 2013 Çarşamba

İnsan Olmak Ölmektir...


Çünkü ölmek, yaşamayı değerli kılan şeydir...


Etrafınıza baktığınızda "ölmekten korkmuyorum" diyen kaç kişi var? Bence hiç yok! Neden mi? Çünkü hiç biri hayatının hakkını verememiştir.

Hayatı hak ettiği gibi yaşarsanız, kafanızda tek bir keşke, yapamadıklarınızdan tek bir pişmanlık yoksa ölmekten de korkmazsınız. 

Ölüm aslında bir bitiş değil, finale varmanızın kutlamasıdır. Her şeyin tadını çıkarmış, hakkını vermiş, e artık yorulmuş ve dinlenme zamanınızın geldiğine dair işarettir.

Size verilen hayatı yalnızca siz, ama yalnızca siz yaşamışsanız, finale de yüzünüzde kalender bir gülüş, her şeyin sonunun olduğunu bildiğiniz bir olgunluk ve hakkını verdiğiniz yaşamınızdan duyduğunuz gururla gidersiniz o bilinmeze.

Etrafıma baktığımda çevremdeki hiç kimsede böyle bir his göremiyorum. Ölüm, insanları dehşet verici biçimde korkutuyor. Çünkü hala bir umutları, hala yapamadıkları, hala yaşayamadıkları şeyler var. Başkalarının hayatını yaşarken kaybolup giden kendi hayatlarına sarılmak istiyorlar ama bunu nasıl yapacaklarını bilemediklerinden, bir kısır döngü içerisinde ölüm korkusunun dehşetiyle sessiz çığlıklarla bekliyorlar...

Ölmek, yaşamayı değerli kılan şeydir. Ölüm olmasa hayatın anlamı olmaz. Elinizden yitip gidecek ve asla geri gelmeyecek tek şey zaman. O zaman ki, değerini bilmek ve hayatınızın hakkını vermek için size sunulmuş olan en muhteşem hediyedir. Hayatınızın tik tak'ları her geçen saniye atıyor. Siz duymuyorsunuz ama içinizde bir yerlerde çığlık çığlığa bir uyarı yapılıyor. "Hayatını boşa geçirme!"

Çevrenize bakın... O ne der, bu ne der, o ne düşünür, bu ne düşünür diye gerçekten yaşamak istediğiniz nelerden vazgeçtiniz? Gerçekten yapmak istediğiniz neleri kurban ettiniz? Sırf başkaları memnun olsun ya da hakkınızda başka türlü düşünmesin diye neleri feda ettiniz? Başkaları için yaşamaktan yorulmadınız mı? Kendiniz için, çılgınca, aptalca, hiç kimseyi umursamadan, yargılanma, ayıplanma, dışlanma korkusu yaşamadan en son ne yaptınız? Ya da hayatınız boyunca hiç yapabildiniz mi? 

Veya kendinize hiç bakmadan sürekli başkalarının hayatını takip ettiniz mi? Yargılayıp küçümseyerek, eleştirerek, yerden yere vurarak, doğruyu yalnızca sizin bildiğinizi diğer herkesin yanlış olduğunu düşünerek başkalarının hayatına müdahale ettiniz mi? Bu başkalarıyla uğraşırken geçen zamanda sizin anlamsız hayatınızın da gün be gün yok olduğunu düşündünüz mü? Böylece kendi hayatınız yerine başkalarının hayatını yaşadınız mı?    

Ne zaman başkalarının hayatını yaşamadan, kendi hayatınızı yaşayacaksınız? Ne zaman ölümden korkmayacaksınız? 

İnsan olmak ölmektir... Çünkü ölmek, yaşamayı değerli kılan tek şeydir. 
     
 

10 Eylül 2013 Salı

Kurtarılmayı beklemek


Bazen siz de biri beni kurtarsa, boğuluyorum diyor musunuz? 

Bu ülkeden, bu ülkedeki haksızlıktan, birilerinin "dur!" demeyişinden boğuluyorum... Kocaman bir İMDAT diyorum ama kimsenin umursadığı yok. 
 
Buyrun tıklayın, siz de öğrenin durumu. 


Çoğu kişiye komik gelecek konu benim için önemli. Çünkü bu ülkede, hiç bir karşılık almadan sürekli sövüşlendiğimi hissediyorum. Hiç bir şeyin bana getirisi yok. Taş ocağındaki mahkumlar gibiyim. Her gün kazma sallıyorum, karnımı bile doyuramıyorum. Ayağımda pranga var. İnanın var. Belki görünmüyor ama o taş ocağındaki mahkumlardan hiç bir farkım yok, inanın.

Aylar önce Başbakanlığın sitesinde halkın ulaşıp sorunlarını iletmesi gereken e-mail adresine gönderdiğim mail'e hala bir cevap çıkmadı. Ciddiye alınmadım sanırım. Aylar önce şikayet ettiğim kurum beni hala söğüşlemeye devam ediyor... Devlet sahip çıkıyor mu? Kocaman bir HAYIR!  

O günkü duygularımda herhangi bir değişiklik var mı? Yine HAYIR! Her geçen gün katlanarak büyüyor içimdeki isyan duygusu. Anladım ben. Bu ülkede ne kadar suç işlersen o kadar kıymetlisin. Dürüst, doğru olmayacaksın. Hatta artık bu kelimeler aptallıkla eş anlamlı hale geldi neredeyse. 

Gönderdiğim mail şu idi; 

"Bugün dünyadaki en adaletli ülkeyi bulup, bu ülkeyi terk etme kararındayım. Sizin bir bilginiz varsa bununla ilgili en azından vatandaşınız olan bana ilk ve son bir iyilik yapmış olursunuz.  Nereye gideyim? Hangi ülkeyi tavsiye edersiniz? Tüm kalbimle kesin kararlıyım hemen bugün başvuracağım. 
 
Bu ülkenin insanından her geçen gün biraz daha kahredip, biraz daha uzaklaşıyorum. Kendimizle ilgili söyleyeceklerim muhtemelen size hakaret gelecek ve maalesef ki bununla ilgili suçlanıp bir de başa bela almaktan korkuyorum. Bizi bu kadar korkak ve hakkını arayamaz bir halk haline getirdiniz, teşekkür ederim.
 
Size basit gelecek konuya geleyim. (Bugün artık zurnanın zırt dediği noktaya geldim ve sadece bundan söz edebiliyorum. Aslında söz etmek istediklerimin sayısı azımsanacak gibi değil ama dinleyecek yetkili bulabileceğim inancı olmadığı için sadece son yaşadığım sorunu ele alıyorum.) 
 
Elektriği özelleştirdiniz ama maalesef ki kontrol etmeyi unuttunuz. Sayaçlarımız değişiyor. Sayaç parası adı altında insanlardan para toplanıyor. (Size komik gelecek rakam bana büyük geliyor, benim gibi bir çok kimseye büyük geliyor) Enerji Bakanı'nın 2014'ten itibaren sayaç parası alınmayacağına dair söylemi muhtemelen BEDAŞ'In sahibini -her kimse (sizin sayenizde)- harekete geçirdi ve süre dolmadan ne kadar insanı söğüşleyebilirsem kardır mantalitesiyle, harekete geçirdi. Devletin Elektrik Kurumu nasıl özelleştiriliyor, bir anlayan varsa bana anlatsın! 
 
Sayaçların değiştirilmesini ben istemedim. Eski sayacım arızalı değildi. Sayaç değiştiğinden beri elektrik faturam iki katına çıktı. Ben yalnız yaşayan, başına bir şey gelirse, çaresine de kendisi bakması gerektiğine inanan,  devletine zerre kadar güvenmeyen  bir kadınım. Kazancımın üçte birini vergi olarak ödüyorum. (Sadece bordromdaki kesintiden söz ediyorum, diğer ödediğim vergilere girmeyeyim hiç) Ödediğim vergilerin şimdiye kadar tek bir kuruş  getirisini gördün mü? HAYIR.
 
Her şeye susmaktan ve boyun eğmekten, sesinizi çıkardığınız anda tepenize birilerinin binebileceğinden ve her şekilde korumasız kalacağınızın hissettirilmesiyle dolu bir hayat yaşıyorum. 
 
Ben bu devletten asla ama asla memnun değilim. Şimdiye kadar ki ömrümde tek bir suç işlemedim, tek bir yanlış yapmadım bu ülkeye karşı. Karşılığında hiç bir şey almadım da. Ne güven hissi... Ne de başıma bir şey gelirse devletim var düşüncesi...
Üzgünüm ama, işe yaramaz, adaletsiz, sadece kendini düşünen, bin bir hile ve açgözlülükle cebini dolduran, ikiyüzlü, arsız ve inanılmaz derecede görgüsüz insanların yanında varsınız. Yapılan göz kamaştırıcı "biz herkesin yanındayız" tarzı bir kaç ihtiyacı olanın yanında görünme çabası, her kimse, PR için iyi olabileceğini düşündüğünü söyleyen birine ait olmalı. Ama sempatiden ve gerçeklikten çok uzak. Maalesef ki bu ülkede çok cahil olduğu için bu görüntüler onları etkiliyor olabilir ancak gerçekçi ve objektif insanları sadece güldürüyor. 
 
En baştaki koca koca adamlar bir bin yalan ve sahtekarlıkla iş yaparken küçücük halkından ne beklersiniz? Bu koca koca adamlara sadece Devlet adamlarını sokmuyorum, iş adamından, bürokratına, sanatçısından, zenginine - kısacası elinde para varsa gücü de var- olan insanların hepsinden söz ediyorum. 
 
Bu kadar acınacak bir durumdayız. "Paramız varsa, gücümüz var, adaleti de satın alırız" düşüncesi herkesin kafasına yerleşiyor. 
 
Bugün çok öfkeli ve ülkesinden iyice sıtkı sıyrılmış biriyim. Bugün özellikle tüm haksızlık ve adaletsizlere karşı gücü tükenmiş hisseden biriyim. 
 
Beni bu hale, hiç bir şeyi kontrol edemeyen ama parası varsa canının istediği her şeyi yapabilecek bir güruh yaratan bu devlet -ülke- yöneticiler- ya da adı her ne ise, siz nasıl isimlendirirsiniz bilemiyorum- getirdi. 
 
Ben gerçekten ama gerçekten gitmek istiyorum ve siz akıl verin bana. Nereye gideyim? Her şeyi biliyorsunuz bunu da bilirsiniz. Deyin ki bana; "dünyanın şu ülkesinde bu tür şeyler olmuyor, kontrol de var, adalet de var, herkes eşit ve bürokratik saçmalıklarla yılmadan hakkını arayabiliyorsun, sen en iyisi oraya git" deyin inanın hemen yarın eşyalarımı toplayıp başvuracağım oraya. 
 
İnsanın, insan gibi hissetmek istemesi bu kadar güç olmamalı. Adalet düşüncesi bu kadar ütopik olmamalı. Haksızlık bu kadar yaygın ve aşina, dürüstlük ve hak arayışı bu kadar umutsuz görünmemeli.
 
Google'da arattığınızda Dünya'nın en Adaletsiz ikinci ülkesiymişiz!!! Para sizde, güç sizde... Siz seversiniz bu ülkeyi... Ben de o da yok, sevgim tükendi... Bilmek istiyorum, siz nereyi tavsiye edersiniz acaba? Şimdiye kadar parmağınızı bile kıpırdatmadığınız bu vatandaşınıza bir iyilik yapın artık.  Bu da benim vatandaşlık hakkım olsun. İlk ve son defa... Cevap bekliyorum. Ne adalet, ne hak, ne güvence hiç bir şey alamadım, bari bir cevap alayım." 

Birilerinin bana doğru dürüst cevap verebilmesini umuyorum. Ama bu ülkede "umut" denilen kelimeyi hala kullanmalı mıyız? onu da bilemiyorum! 

Benimki tükendi çünkü. 


Bir Aşk Hikayesi

Tamam, belki size biraz züppece gelecek ama ben Türk dizisi seyretmem. Öyle saatlerce bir şey demeden birbirlerinin yüzüne bakan tiplerin, zaman doldurmak için aynı sahneyi tekrar tekrar gösteren yönetmenin, reklam içinde dizi mi, dizi içinde reklam mı seyrettiğimi 15 dk sonra unutturan sürecin beni saatlerce ekran karşısına kilitlemesini istemem. O kadar vakitte yapılacak çoookkk şey var bu hayatta.

Ancak makul zamanlamayla yapılan, epey de ilginç olan yabancı dizileri seyrederim. Şükürler olsun, epey teknolojik bir çağdayız ve şükürler olsun internet denilen bir dünya var, istediğinizi çok rahatlıkla seyredebiliyorsunuz. Size keyif alabileceğiniz bir kaç dizi bilgisi vereceğim daha sonra.

Ancak tüm bu düşüncelerimi değiştiren, beni ekrana bağlayan, e epeyde salakça olduğunu bildiğim halde bile hala haz alarak zaman harcadığım tek dizi; Bir Aşk Hikayesi.

Olay şu şekilde gelişti.

Kafaca çok anlaştığım kuzenim bir kaç hafta evvel teyzemle beraber bana yemeğe geldi...

Teyzem öyle herkesin teyzesine benzemez. Hayatımın en güzel ilklerini onun sayesinde yaşadım. Ömrümün sonuna kadar unutamayacağım 18. yaş günümü onun sayesinde kutladım. İlk erkek arladaşımla onun sayesinde çıktım.  Annemle dahi konuşamadıklarımı onunla konuştum. Çocukluğumun en keyifli zamanlarını onun evinde geçirdim. İlk sinemam, ilk parfümüm, ilk gezmelerim hep onun sayesinde olmuştur. Küçük bir kız çocuğu için sihirli bir dünya olan çantasının içinden çıkmadım, bir çok makyaj malzemesini heba ettim, sesi çıkmadı. Bunun ne kadar sinir bozucu bir şey olduğunu da ancak ben teyze olduğumda öğrendim.

Bir araya gelince aklınıza gelebilecek her konuyu konuşuruz. Bu sıra derdimiz şöyle güzel bir aşk yaşamak... 29 yaşında dul kalan teyzem, aradan geçen 25 yıldan fazla zamanda, hayatın içinde ordan oraya savrulup bir aşk yaşamadığından, doğal olarak bazen “ahh şöyle güzel bir aşk olsa da bizim de başımıza gelse” cümlelerini sarf eder bizimle birlikte. Kızlar bir araya gelince ne yapar? Sizi yanıltmasın, benim etrafımdaki hatunlar bilinçlidir. Tek muhabbetimiz aşk değildir.  Erkeklerin kahvehanelerde  yaptığını yapıp biz de Türkiye’yi ya da dünyayı kurtarma planları bile yaparız.  Politika en baştaki konularımızdandır. Sıkı da tartışırız hani. Ama sıra aşk konusuna gelince,  şöyle içimizi çeker, “Bulamadık bir taş, yahu!” deriz hepimiz.

İşte kuzenin benimle de paylaştığı son keşfi. Korkut Ali... Allah’ım o ne bakıştır? O nasıl sevmektir? O nasıl bir yaratıktır?

Kuzen, “Korkut Ali’yi bir görmen lazım. Her hali başka güzel. Öfkesi de, sevmesi de, ağlaması da, kötülüğü de bambaşka” dedi konuşma esnasında. Mutlaka seyret diye tembihledi. Dizinin Kore dizisinden uyarlama olduğunu öğrenince ilk başta epey antipatik geldi. (Laf aramızda, İntikam berbat olmuş. Meraktan bir bakayım dedim 15 dk tahammül edemedim. Orjinali seyreden, Türk versiyonuna 15 dk katlanamaz. )  
Kuzen’in tavsiyelerini dikkate alırım. O da herşeye güzel demez, ince eler, sık dokur. Görüşleri önemlidir benim için. Bir bakayım ne menem bir diziymiş dedim. Deyiş o deyiş... Ben oldum müptela.  Haksızlık olmasın orjinalini de seyredeyim, değerledirmeyi doğru yapayım dedim. Denecek tek şey, ekibin ellerine sağlık, uyarlama da olsa süper olmuş. Hakkını vermişler.

Kuzen, duacınım... Gerçek dünyada yaşayamacağız da (Türk erkeklerinin danalıkları malum) “şöyle tadıyla bir aşk filmi seyredip, hayal kuralım bari” modunda imdadıma yetiştin.

Her kadının hayalidir güzel bir Aşk Hikayesi yaşamak... Bize de düşen, işte böyle güzel Bir Aşk Hikayesi izlemek... 




9 Eylül 2013 Pazartesi

Evlilik dediğin



Denecek çok şey var da, bugünlük kısa keseceğim. Hayatta her şeyi yapmaya çalışmak zor. Şu sıralar zaman bana yetmiyor.  Ancak yukarıdaki karikatürü görünce beterin beteri var dedim :) rahatladım. 

Sanırım esprili de olsa iyi anlatılmış durum. Her kadın Rio Karnavalı sanmasa da birazcıkda olsa Evcilik Oyunu sanıyor evliliği. Ne yazık ki, ülkemizde böyle bir şey mümkün değil. Hayal kırıklıkları da o yüzden çok büyük oluyor. Bizim medeniyet yüzü görmemiş ama ısrarla gördüğünü iddia eden Erkeklerimiz! kendilerini mükemmel, sorunları yaratanında kadınlar olduğunu sanıyorlar. 

Hayat müşterektir sözü matematikteki etkisiz eleman gibi. Erkekler müşterek sözünden sadece yatak kısmını anlıyor sanırım. Geri kalanlar tamamen kadının sırtında. 

Çok merak ediyorum, gerçekten ama gerçekten paylaşımların yüzde yüz adil olduğu, her anında güvenebileceğin tek kişinin kendi eşin olduğu, birbirine saygılı, dürüst, açık, saygılı ama bir kadar da sevgi dolu, iyi ki evliyim dedirtecek kadar güzel bir evlilik çok mu ütopik. Böyle bir şeyin sırrı nedir? İnsanlar neden mükemmel evliliği tutturamaz hep merak ederim. 

Sanırım insan bencilliğinin araya girdiği nokta burası. Anlayış, empati, dürüstlük sıfır. 

Dediğim gibi yazacak çok şeyim var ama vaktim yok şu an. Bir ara yine bu konuya değinirim. Karikatürü paylaşmak istedim. Beni güldürdü. Umarım sizi de güldürür. Gerçi biraz ironik olacak tabii aslında ağlanacak hale gülmemiz.  









 

5 Eylül 2013 Perşembe

Erkekler




God gave men both a penis and a brain, but unfortunately not enough blood supply to run both at the same time.


3 Eylül 2013 Salı

My One and Only

Bilirsiniz, aşk gerçekliğe dönüştüğü anda sorunlarıyla beraber geldiğinden çok kısa sürede tüketilir ve ortada ne aşk kalır ne de ilk anda hissedilen o heyecan. Sanırım aşk duygusuyla ilgili en güzel şey, başlangıçta karnınızda uçuşan o kelebeklerdir. Böyle tarifi güç olan, sizi kabınıza sığdıramayan, sürekli sanki açlık çekiyormuşsunuz da ama aynı zamanda canınız da bir şey yemek istemiyormuş gibi hissedersiniz ya, karnınız burulur hani, işte öyle bir duygudur o. 

Ne kadar büyük bir aşk yaşanırsa yaşansın sonuçta o ilk baştaki kelebek etkisini yapmaz hiç bir zaman. Başkadır yani o kıpır kıpır kelebekler karnınızda. İşte böyle duygular içindeyim. 

Elim sürekli telefonda. Her gelen mesajda karnımdaki kelebekler havalanıyor sonra tekrar konuyorlar bir yerlere. Şimdi farklı milletten erkekleri kıyaslasam, muhtemelen bozulacak olan çok olur. Özellikle erkekler elbette. Ama insan kıyaslamadan edemiyor. Hatırı sayılır sayıda benim de erkek arkadaşlarım oldu zamanında. Öyle kısa süreli arkadaşlıklarda yaşamadım doğrusu. Şimdi geriye dönüp bakınca, şu an yaşadığım platonik aşk hepsine tur bindirir cinsten. Belki insanın en aklı başında olduğu zamanlar 40'lı yaşlar olduğundan da olabilir. Ya da gerçekliğe döküp her şeyi berbat etmediğimden kendi kendime de eğleniyor olabilirim. Ama dedim ya, gerçek şu: hepsine tur bindirir :) 

Neden mi? Nezaketi, cömertliği, bana hitap şekli, bana karşı davranışı... Hayallerimi gerçekleştiriyorum. Daha ne olsun? 

Geçmişte erkek arkadaşım olan hödüklerden birinin yaptığını anlatayım size. 1,5 yıldır çıkıyoruz. Kendisi epeeyyyyy uzak bir yerde oturuyor ve her görüşmemizde ben üşenmeyip Taksim'den dolmuşa binip gidiyorum her defasında. Bir gün hiç unutmam; beraber yaşadığım ev arkadaşım kıyameti koparıp "Hayır efendim, gitmiyorsun bir yere! Arabası var, gelip bir kez de o alsın seni. Nedir bu? Her istediğinde atlıyorsun dolmuşa gidiyorsun. Seni çok özlediyse, çağırıyorsa gelip alsın" dedi. E haklı elbette. Düşünsenize; hayatınızdaki adam sizi almaya üşeniyor, hep sizi çağırıyor ve siz de salak gibi, o zahmete girmesin, o kadar yolu gelip gitmesine ne gerek var, ben şuracıktan biner giderim, diye iyi niyet gösterirken, o size bir nezaket göstermiyor. İşte bir kez arkadaşımın zoruyla "Param yok" yalanı uydurup gidemeyeceğimi gelip beni almasını istediğimde, amanın diyeyim. 2 saat dil döktü, ev arkadaşımdan borç! almamı istedi, ben reddedince mecbur kaldı, kalktı geldi. Arabaya bindiğim an duyduğum ilk cümle "Ooo hanımefendi, artık ayağınıza özel şoför de mi getirtmeye başladınız!" Seni sevdiğini iddia eden mahlukattan çıkan güzellemeler! 

Şimdi kafamın içinde havai fişekler patlamasına sebep olan adamın örneğini sunuyorum. Arabayla 1 saatlik mesafede. Sürpriz bir ziyaret oldu. Bir kaç saat kalacak, sonra yine gidecek. Başka ülkede yaşadığını söyledim size. O bir kaç saati olabildiği kadar iyi değerlendirmek istiyoruz. İyi değerlendirme bizim için, iyi bir yemek, bir kaç şişe şarap ve hiç susmadan yapılan uzun bir sohbet. Bana diyor ki, "lütfen taksiye atla gel, ben burada ödeyeceğim" Taksiyle gidilecek 1 saatlik mesafe! (Pekala, akşam trafiğinde Mecidiyeköy'den Tuzla'yı hesaplayın bakalım). Neredeyse servet değerinde bir yolculuk. Hiç düşünmedim bile. Gerçi durum beni biraz rahatsız etti. Ancak, itiraf ediyorum, maalesef ben o kadar uzun mesafe taksi parasını karşılayacak kadar zengin değilim. Hem kendim karşılayamıyorum üzülüyorum, hem başkası ödediği için rahatsızlık duyuyorum. 

Ben öyle kafasının içinde her şeyi saklayan biri değilim. Beni rahatsız eden her şeyi ilgili kişiye hemen aktarırım. Durumdan duyduğum rahatsızlığı hemen aktardım tabii. Aldığım cevap şu oldu: "Bir centilmen gelir, seni alırdı. Ancak zaman sıkıntısı nedeniyle ikimiz içinde en iyisinin bu olduğunu düşündüm. Yapabildiğim tek şey en azından taksinin parasını ödemek olsun."  

Sonra benim yine karnımda kelebekler havalandı, kafamın içinde havai fişekler patladı. Bir yandan Ahh ben nasıl kaçırdım bu adamı diyorum. Öte yandan, olsun bir şekilde hayatımda ya, aşkın gerçekliğinin getirdiği sorunları yaşamadan, kendi kendime mutlu oluyorum.  

Anlayacağınız ; He is my one and only....