Günün Sözü

Umut her daim vardır...

31 Ekim 2013 Perşembe

What's worth dying for if not love!


Geçenlerde "The Originals"ı seyrediyorum. Kötü karakterimiz Klaus'un (Joseph Morgan) repliği idi. "What's worth dying for if not love" (Laf aramızda idealist biri olarak kim derdi ki ben kötü karakterlere de abayı yakacağım. Değişim böyle bir şey sanırım. Prensipli biri olduğumdan, burnum düşşe eğilip yere almam, o yüzden biri kötüyse kötüdür, film karakteri bile olsa hazzetmem! Sadece Klaus'u kategori dışında bırakıyorum! :) )

Repliği duyunca kafama takıldı doğrusu: Aşk değilse, nedir ölmeye değen? 

Soruya ciddiyetle yaklaşırsak bir çok ideolojik fikir elbette çıkar ancak biz o kadar ciddi yaklaşmayalım bence. Romantik bir yaklaşımı deneyelim bugün. Biraz gevşeyelim, kalbimiz yumuşasın, hayatın gerçeklerinden, ağır yükünden ve bize çok da bir şey kazandırmayan ciddiyetten uzaklaşalım biraz. 

Şimdiii, kim hayatı boyunca şöyle peri masalı gibi bir aşk yaşamak istememiştir? İddialı olmayayım ama bence herkes peri masalı gibi bir aşk yaşamak istemiştir... Özellikle biz kadınlar prens olacak inancıyla çok kurbağa öptük. Öpmeye devam ediyoruz ve maalesef edeceğiz... O kalbimizin derinliklerinde bir yerlerde, bizim bile farkında olmadan sakladığımız minik inancımız, hiç yok olmayacak. Hayallerimizdeki Beyaz Atlı Prensimiz bir gün mutlaka çıkıp gelecek. Umudumuz bu yönde... Gerçek olmayacağını bilsek de, umudumuz bu yönde. Çünkü yapımızdan kaynaklanan iflah olmaz bir romantiklik var bizde. Peki, bu bir kadının işine yaradı mı şimdiye kadar? Elbette hayır. Çünkü neden? Çocukluğu bırakıp, kadınlığa geçemedik de o yüzden. 

Aşk karmaşık bir şey. Zaten aşk kelimesinin hakkını vermek istiyorsanız karmaşasını yaşayacaksınız Aşk'ın. Öyle sakin sakin yaşanan, sorunu derdi olmayan Aşk, Aşk değildir zaten. Aşk'ın hakkını vermek için, delice olsa da Evet, yeri geldiğinde gözünüzü kırpmayacaksınız, her şeyi göze alacaksınız ortaya hayatınızı da koyacaksınız! Kurallarla, çizgilerle, prensiplerle, doğrulukla, naiflikle, kibarlıkla, korkuyla Aşk yaşanmaz. Yaşanamaz! Aşık olan insanın gözü hiç bir şeyi görmez. Gözü kara olur. Korkusuz olur, arsız olur, utanmaz olur, sınırların dışında olur, ürkütücü olur, fütursuz olur. Gerçekten Aşık birinden korkarsınız. Korkmalısınız! Tüm bu duyguları barındırmıyorsa yaşanılan Aşk, işte orada her türlü bahse girebilirsiniz; o Aşk değildir! Aşk'ın yanılsamasıdır sadece. O sizin peri masallarındaki Beyaz Atlı Prenslerin olacağı hayat düşüncesi de maalesef çocuklar içindir zaten. Sadece çocuklar böyle bir şeyin var olabileceğine inanırlar. Ya da çocuk kimliğinde kalmış olanlar. 

Kadınların en büyük yanılgısı şehveti aşkla karıştırıyor olmaları. Birini beğenebilirsiniz, birisiyle birlikte olmak isteyebilirsiniz, hatta bundan keyif de almış olabilirsiniz ancak tüm bunlar sizin o kişiye aşık olduğunuz anlamına gelmez. Fiziksel birliktelik ve beğeniyi Aşk'la karıştırmak hem erkek, hem de kadınların en büyük yanlışı aslında. Zaten ilişkilerin doğru düzgün devam edememesinin nedeni de bu. Beğeni biter ama Aşk asla bitmez! Birbirlerinin en berbat hallerine şahit olmuş, birbirlerine her türlü kötülüğü yapmış ve hala yapıyor olsalar da vazgeçemiyor ve bırakamıyorlarsa, birbirlerinin tüm acizliklerini görmüş, tüm düşüşünü yaşamış ancak hala birbirlerinin gözünden düşmemişlerse, birbirleri için  yapabileceklerinin sınırı yoksa, şehveti de, şefkati de aynı derecede yaşıyor, arsızlıkları, sınırsızlıkları aynı, tepkileri ve korkuları farklı olsa da hala bir arada kalmak istiyorsa iki kişi, işte orada Aşk vardır. Tek sorun, işte o gerçek Aşk'ı kaç kişi yaşar ya da kaç kişiye uğrar. 

Siz çocukların inandığı peri masalları beklentisine devam edip, gözünüzü karartmadığınız sürece daha çoookkkk kurbağa öpersiniz. Kurbağalar da daha çooookkk öpülür. Onlardan Prens falan çıkmaz emin olun. 

Kısaca demek istediğim şu; ya öpmeye devam edeceksiniz ya da ölmeyi göze alacaksınız! Bu sizin göze alabildiklerinizle doğru orantıda yaşanacak bir duygu olmalı. İşte bu noktada çok klişe bir laf devreye giriyor; 

"Önemli olan, sevgili uğrunda ölmek değil, uğrunda ölecek sevgili bulmak!"

Buyrun buradan yakın... 

İster inanın, ister inanmayın ama ben Kurbağa öpmekten çok sıkıldım o yüzden kesinlikle kabul ettiğim şu; Aşk değilse, nedir ölmeye değen? 


E bu kadar laftan sonra sizi Sezen Aksu'yla baş başa bırakayım. Son noktayı da o koysun. 



30 Ekim 2013 Çarşamba

Tercihiniz hangisi?

Herkes bilir... Hayat adil değildir. Hiç bir zaman olmamıştır ve hiç bir zaman olmayacaktır. Muhteşem bir şekilde yaşadığını düşündüğümüz birinin bile kendisine mutsuzluk veren bir şeyleri mutlaka vardır. Hayatı boyunca mutsuzluk görmediğini düşünmek doğrusu epeyce bir hayalperestlik gerektirir. Nasıl düşünürseniz düşünün gerçeklerden kaçamazsınız. Dolayısıyla adaletin terazisinin hiç bir zaman dengede durmadığı gibi (bunun tersini ispat edecek babayiğitle gerçekten tanışmak isterim) mutluluk da sabit ve sonsuz değildir. Çünkü hayat adil değildir! Herkese ama herkese ömürlerinde bir defa da olsa mutlaka o çirkin yüzünü gösterir... Sizce iyi mi yapar?   Bence iyi yapar!  Çünkü hayatın adaleti adaletsizliğindedir...  


Haksızlığa uğramak, mutsuzluktan yerlerde sürünmek, zorluklara göğüs germeye çalışmak, biliyorum zor... Hem de çok zor... Ancak hiç düşündünüz mü, hayatınızdaki her felaketten sonra daha da güçlendiğinizi? İlk anlarda ümitsizliğin ve depresyonun dibindeyken, zaman içinde yavaş yavaş ayağa kalktığınızı ve daha önce çok daha kolay devrilirken kimi şeylere, bir süre sonra hacıyatmaza dönüştüğünüzü ve artık daha kolay ayağa kalktığınızı? 

Şu an belirli nedenlerle mutsuz olanlar, sorunların içinde boğuşanlar, dünyayı karanlık bir pencere ardından seyredenler ve/veya depresyonda olanlar bana kızacaklardır. İlk anda hiç bir şey kolay görünmez. Önünüzde çıplak ayak aşılacak sarp dağlar, susuzlukla geçilecek çöller, yüzme bilmeden debelenerek katedilecek okyanuslar, su toplamış ayaklarla yürünecek kilometrelerce yollar var, değil mi? Sizi mutsuz eden şeylerden uzaklaşmaya/kaçmaya çalışmak buna benzer hissettirir insanlara. Hepimize... 

Ancak insanoğlunun en güçlü tarafı güçsüzlüğüdür aslında. İnsan güçsüzlüğünün farkına varırsa eğer, hayatın adaletsizliğini kendi lehine çevirebilir. Kabul etmemiz gereken şey sıradan yaratıklar olduğumuz. Neden ben? sorusuna verilecek en doğru cevap yine bir sorudur aslında: Neden olmasın? Ne özelliğiniz var ki siz olmayasınız veya ben olmayayım? 

Tüm yaşanan olumsuzluklar sizce pes etmeye yeterli midir? Hayat triatlon gibi 3 aşamalıdır. Triatlonu herkes bilir sanırım. Önce yüzme, sonra bisiklet ve en son koşu bölümlerinden oluşan bir yarışmadır. İşte hayat da böyle 3 aşamalı bir yarışmadır aslında. Tıpkı insanın gelişimi gibi... Önce sürünür emeklemeye çalışırsınız, sonra ayaklarınızın üzerinde dengede durmayı öğrenir yürümeye başlarsınız ve en sonunda koşarsınız. Yaşanan her sorunda biz başa döneriz. Hani şu sürünme evresine... O evre sürekli kendini tekrarlar. Çünkü maalesef yaşamın içinde hayatın adaletsizliğiyle sık sık karşılaşırız. 

Tüm bu olumsuzluklara karşı ne yaparsınız genelde? Ne tür bir yol seçersiniz? Umudunuzu kaybetmeden hayata karşı mı durursunuz, yoksa pes eder, günü mü kurtarırsınız yavan bir şekilde? Böyle durumlarda her akşam tükenmişlikle yatağınıza gittiğinizde, eminim o yataktan hiç çıkmak istemiyorsunuzdur.   

İşte böyle durumlarda; her sabah 2 basit tercihle uyanırsınız... Birincisi; uykuya geri dönmek ve gördüğünüz rüyaya kaldığınız yerden devam etmek... İkincisi; uyanmak ve rüyalarınızın peşinden koşmak... Tercih sizin!  

  


28 Ekim 2013 Pazartesi

Matrix'de Yaşamak

Yaptığım işi seviyorum... Gerçekten... Sorun çözmek, bir şeyleri organize etmek, uğraştığınız onca şeyden sonra her şeyin yolunda gittiğini görmek, birilerinin yapmak istediği şeyler konusunda kimi şeyleri kolaylaştırmak ve önemsiz gibi görünen ama aslında her şeyin gidişatını değiştirecek minik detayları yoluna koymak beni mutlu ediyor... Kişiliğimin baskın tarafını tatmin eden, eğlenerek yaptığım bir iş benimkisi. 

Beni mutsuz eden tarafı etrafımdaki insanlar... Bulunduğum ortamdaki insan yelpazesi... Beraber geçirdiğim zamanın %90'ında "burası gerçek olamaz, ancak Matrix'de yaşıyor olmalıyım" dedirten bir ortamdayım. 

Hani Matrix filmindeki kötü Ajan vardı ya, Ajan Smith.. İşte aynen onun gibi görüyorum etrafımdakileri. Hepsi aynı görüntüye sahip, hepsi yarışırcasına bir hırs ve hepsi aynı zavallılık içinde. Kafamı nereye çevirsem hep aynı sığ karakter. 

Yaptığım işi, bağımsız nasıl yapabilirim diye düşünüyorum aylardır. Ancak bir çözüm bulabilmiş değilim. Beni yoranın insanlar olduğunu biliyorum. Her sabah yataktan kalktığım anda kendime dediğim şey "1 saate kadar yine oraya gireceğim, yine ensemden fişi takacaklar ve Matrix'e gireceğim" oluyor.

Eve dönüşüm ensemdeki o fişin çıkarılması demek. Gerçek hayatımı yaşadığım yere dönüş, o yapay ortamdan kurtulmak demek... Beni de kurtaracak bir Neo'yu bekliyorum doğrusu. Biliyorum hayal ama varsa bir Neo, gelse iyi olur... He is THE ONE who is going to save me from the hell! Filmde "The One" denilen Neo benim kafamda bir metafor. Bir kişiden değil herhangi bir şeyden bahsediyorum elbette. Kurtuluşumu sağlayacak bir şey.. Biri... Fark etmez..." The One"ya da "The Thing". Olsun yeter. 

İnsanın dünyada güveneceği kimsesinin olmaması, arkasını yaslayacağı birinin olmaması gerçekten çok zor. Öyle temkinli hareket etmek, öyle sağlam basarak yaşamak zorunda kalıyorsunuz ki, bazen kurtuluşunuzu sağlayacak minik riskleri bile alabilme lüksünüz olmuyor maalesef. İşin içinde minicik de olsa bir risk varsa, imkanı yok göze alamıyorum herhangi bir eylemi. Biliyorum risk almadan başarı mümkün değil... Biliyorum yüzde yüz hiç bir şeyin garantisi yok... Biliyorum bazen gözü karartmak lazım... Bütün bunlarla ilgili öyle çok şey biliyorum ki, bir başkası olsa benim vereceğim telkinlerle çoktaaann eyleme geçmiş, kendini de kurtarmıştı. Ama işte terzi kendi söküğünü dikemez misali, başkalarına söyleyeceğim ve işe yarayacak bir çok şeyi kendim uygulayamıyorum. İster adına korkaklık deyin, ister garanticilik, ister sağlamcılık, ister temkinli olmak... Sonuç değişmiyor... Önümü göremediğim sürece hiç bir adımı atamıyorum. 

Sırf bu yüzden kendime öfkem her geçen gün daha da artıyor. Bu kadar pasif yaşamak bana göre değil. Hayatımın hiç bir anında olmadı. Ancak şimdi hayatımı pasif direniş halinde geçiriyorum. Ne acı! 

Şimdiye kadar ya insanları hiç umursamamışım ya da şimdi haddinden fazla umursuyorum. Veya insanoğlu denilen yaratık, farkedilmeyecek ölçüde her geçen gün yavaş yavaş değişti ve şu anki görünen yapısına ben bir anda farkına vardım. Evrim teorisinin başka bir boyutu oldu sanırım. Darwin evrim teorisinden bahsederken insanın görünen şeklini ele almıştı, bense evrim teorisinin başka bir boyutunu ele alacağım ve insanoğlunun ruhunda, kişilik yapısında (ya da kişiliksizlik yapısı mı desek!)  meydana gelen değişimi inceleyeceğim. Bir zamanlar dört ayak üstünde olan insanoğlu belki yüzyıllardır fiziksel olarak iki ayak üstünde ama maalesef kafaca dört ayak üstündekilerden beter durumda günümüzde. Hatta bence ayaklar da çekilmiş, sürünür vaziyette.   

Kısaca anlatmak istediğim, insanlar beni yıldırdı. Ya ben çok düz biriyim ya da insanlar şekilden şekile girmekten benliklerini unutmuşlar. Bazen elimi kaldırıp herkesi durdurmak istiyorum. Bir durun, bir kalın olduğunuz yerde ve kendinize bir bakın demek istiyorum. Gördükleriniz sahiden hoşunuza gidiyor mu diye sorasım var. 

Hatta kafamda kurduğum fantazi şu; Ben de Neo gibi şöyle elimi kaldırsam üzerime üzerime gelen insanları onun kurşunları engellediği gibi durdursam, şöyle başımı hafifçe eğsem, o insanlar patır patır yerlere düşseler ya! Kurşun yağmuru gibi insan yağmuru altında hissediyorum kendimi. O derece yani! 



   

24 Ekim 2013 Perşembe

Kötüler sadece filmelerde mi var sandınız?

Doğrusunu söylemek gerekirse ben gerçekten bir dönem öyle sanıyordum. Yani hayatımdaki ilk kötü insan Dallas'taki JR'dı (nam-ı diğer Ceyar). Adam öyle kötülükler yapardı ki çocuk aklım işte, şaşar kalırdım... İnanamazdım. Eh, pek akıl özürlü sayılmadığım için, film ya bu, filmlerde böyle kötülükler yapılıyor diye aklıma da pek takmazdım. 

Şimdiki filmleri, dizileri seyredip oradaki kötülükleri görünce "JR sütten çıkma ak kaşıkmış, ne yapmış ki zavallıcık" diyorum. Kötülüğün de dozu gittikçe yükseliyor gördüğüm kadarıyla. 

İşte ben böyle sadece sinema perdesinde, televizyon canımda kötülükleri seyrederken hayretler için de kalıp, "ne kadar da abartılıyor, yok artık, bu kadar kötülük yapılacak, kimse de dur demeyecek, öyle mi?" diye çocukça bir saflıkta söyleniyorum.. Söyleniyordum! 

Şimdi kendime sıkça sorduğum soru "Sen kötülükleri sadece filmlerde mi oluyor sandın? Kötü karakterler sadece ekranda mı oluyor diye düşündün?" oluyor.

Çünkü etrafıma bakıyorum, bazen mecburen iletişimde olduğum insanları, olayları izliyorum, gerçekten ama gerçekten inanamıyorum. Şaşkınlık ve korku içindeyim. Kötü karakterler gerçek hayatın tam da içindeymiş. Hepinizin"sen de hayal aleminde yaşıyorsun herhalde" dediğinizi biliyorum. Hayal aleminde yaşamıyorum, elbette kötülük gerçek hayatın içinde, hepimiz gazetelerin 3. sayfalarından öyle veya böyle haberdarız. Ancak beni şaşırtan kötülüğün dozu! 

İnsanoğlu inanılmaz bir yaratık. 

Sokrates'in en önemli alıntılarından biri, insanlara söylediği "Kendini bil!" söylemidir. 

Sokrates "sorgulanmamış bir yaşamın yaşanmaya değmediğini "söylemiş. Ders kitaplarımdan öğreniyorum bunları. Öğreniyorum demek ne komik, değil mi? Aslında hali hazırda bildiğim, hissettiğim şeyleri tekrar ediyorum açıkçası.  

Dünyadaki pek çok sorun, insanın kendini bilme konusunda yetersiz kalmasından, böyle bir bilgi arayışını çoğunlukla ihmal etmiş olmasından ileri geliyor. Sokrates bunu bilmem kaç bin yıl önce düşünmüş, görmüş, söylemiş... Aradan geçen binlerce yılda değişiklik mi oldu? Kocaman bir HAYIR! 

İnsanların bazen aynaya baktıklarında ne gördüklerini merak ediyorum. Mesela nasıl bir kafadır ki ya da nasıl bir düşünce yapısıdır ki kendilerini kusursuz ve yaptıkları her kötü şeyi haklı görüyor oluyorlar. Öyle zavallıca davranıp, o kadar küçük düşünenler var ki, bazen ben de mi sorun, onlarda mı, ikilemde kalıyorum. Örneğin gücü kendinden daha güçlüye yetmediğinden sadece kendini iyi hissetmek için kendinden daha zayıfları ezmeye, onlarla saçma bir rekabete girenlere bir anlam veremiyorum. Kime, neyi ispatlama çabasındalar? 

Fakat maalesef, tıpkı "yok artık, bu kadarına kim susar ki, biri de dur demez mi?" diye hayıflandığım film sahnelerini yaşar oluyorum. Birileri dur demiyor, diyenler dışlanıyor, danışıklı dövüş arasında kalmış Don Kişotlara dönüşüyor... Sen istediğin kadar yel değirmenleriyle savaş, atı alan Üsküdar'ı geçiyor. 

Kötü davranma, kötü düşünme, kötü olmak, normal olmuş, sen istediğin kadar düşünceli, nazik, vicdanlı olmaya çalış tıpkı uzaydan gelmiş Superman gibi bir yaratık olarak algılanıyorsun insanlar arasında. Kabul etmiyorlar seni. Onlardan değilsen, onlarla değilsindir. 

Ben anladım ki kötülük insanların kriptonu. Zayıf düşüyorlar... Farkında değiller... Öyle küçülüyorlar, öyle ufalıyorlar ki, gözlerini bürüyen hırs nedeniyle göremiyorlar. Hani dedim ya, aynaya bakınca ne görüyorlar diye... Bence buğudan ve pustan gerçek görüntüye ulaşamıyorlar. Zaten o gerçek görüntüyü görseler, eminim kendileri de gördüklerinden hiç hoşlanmayacaklar...




     




22 Ekim 2013 Salı

Vücudum dahi kabul etmiyor..

Geldim ve dakka bir,  gol bir oldu! Hastayım.. :(  

Son 10 gün öyle mutlu, öyle keyifliydim ki, gerçek hayata dönmeyi vücudum da kaldırmadı... Gidesim var... Şu an Çin'e bile giderim! Heh heh heee... Artık bu laf espri olmaktan çıkacak.  

Afrika modumdan sonra artık ne zaman kaçasım gelse, "Çin'e bile gidesim var" yeni sloganım olacak... Döndüğüm andan beri tüm günü şöyle tek başıma geçiremedim. Ayrıca derslerime çalışmam lazım. Artık öyle çok fazla gezecek, tozacak, boşa zaman geçirecek vakit bulamayacağım. Kendimi Kış moduna almam lazım. Lazım da, hala o moda giremiyorum. 

Dün akşam hayatım boyunca başıma gelmemiş bir şey oldu. Eve gittim, ders çalışmam gerekiyor, kitapları aldım, koltuğa oturdum.... ve sonrasını hatırlamıyorum.  Uyuyakalmışım! Hem de daha saat 9 bile olmamışken. O koltuktan nasıl kalktım ve kendimi yatağa attım bilemiyorum ancak tüm geceyi berbat bir şekilde geçirdim. Yarı uyur, yarı uyanık halde.

Biliyorum kimse sevmez hasta olmayı. Ama ben nefret ederim! O zayıflıktan, o döküntü halden, o çaresiz düzelmeyi beklemekten, o aptal ilaçları almaktan, hiç bir yere sığamamaktan, sadece yatakta kalmak istemekten ve daha bilumum sayabileceğim bir çok şeyden ötürü nefret ediyorum hasta olmaktan. Çoğu kişi hasta olunca bir başkasına ihtiyaç duyar. Çorba yapılsın, ıhlamur kaynatılsın, ona bakılsın ister. Ben bunlardan da nefret ederim. Mümkünse kimse yanaşmasın yanıma, kimse bakmasın bana! Kendimi daha zayıf, daha çaresiz hissediyorum ya o an, etrafımda kim olsa yıkıp geçesim oluyor. 

Bir çok kişiye sersemce gelecek şey ise şu halde bile koşmak istiyorum ya. 2 haftadır spor yapmadım. Suçluluk duyuyorum... Koşmam lazım, hatta belki de terleyip hastalığı daha çabuk atlatabilmeme yardımcı olacağı için kesinlikle koşmalıyım. 

Tatil sonrası hiç iyi gelmedi bana. Biliyorum zaten, burayı vücudum bile kaldırmıyor. İsyanını bu şekilde dile getiriyor. Uzak diyarlara gidesim, şu an tanıdığım bildiğim her şeyi, herkesi, terk edesim var. Yeni bir başlangıç, yeni bir sayfa açasım var. Niye? Bilmiyorum... Sadece istiyorum işte! 
      

20 Ekim 2013 Pazar

Çin Günlüğü XI (Same all, Same all)

Tatilden döndükten sonra ciddi şekilde bir tatile ihtiyacım var. Geçen son 12 günün hızına yetişemiyorum. Arada yavaşlattığım zamanlar da oldu elbette. Fakat iyi bir dinlenmeye ihtiyacım olduğu konusunda vücudum sinyaller veriyor. Mesela evime döndüğümde yapacağım ilk şeylerden biri, şöyle ılık suya tuzu doldurup,  ayaklarımı en az 1 saat kadar dinlendireceğim. Shanghai yürümekle bitmez diyen biri varsa çıksın karşıma aksini ispat edebilirim. Ayaklarımda ki izleri de delil olarak sunabilirim. Elbette en azından!  yarısını yürüyerek bitirdim. Pudong Bölgesinde fazla dolaşmadım doğrusu. Same all, same all durumu... Kocaman kocamn binaların diplerine varmadan karşıdan görmem de sayılır herhalde. Daha önce de söylediğim gibi şehrin o yakası tamamen iş ve finans kurumlarının  merkezleriyle dolu ve zaten hayatımın büyük zamanı öyle bir yerde geçerken tatilde de eksik kalıversin istedim.

Bu Çin bizim bildiğimiz Çin değil söyleyeyim size.  Ne kadar kung fu filmi seyredip etkisinde kalmışız. (Ya da ben kalmışım!) Dövüş sanatlarına ilişkin hiç bir şey yok ortada. Hatta satın almak isteseniz kıyafetleri bile yok... Gelmeden önce bir kaç tane sipariş verilmişti. Hazır Çin’e geliyorum, e olayın merkezi orası deyip Aikido için Hakama siparişi verildi almam için. Ancak aramadığım bakmadığım yer kalmadı ve maalesef bulamadım. (Belki de Çine özgü değil de Japonlara özgü bir şey olduğu içindir ancak uzakdoğu uzakdoğu işte, yine de olmasını umuyor insan)  Burada her türlü sportif malzemeyi bulabileceğiniz büyük bir mağaza var. Aslında her bölgede birer tane varmış. Dün sabah kalktım, haritadan adresi buldum, metroya bindim elimle koymuş gibi buldum. Kocamaaaannnn hangar gibi bir yer. Hakama ve kendime de almak istediğim karate giysisinin dışında her şeyi aldım fakat istediklerimi bulamadım. Sorduğumda verilen cevap şu: ”Böyle şeyler almak isteyen insanlar çok yok, satamadığımız için getirtmiyoruz!”  Buyrun buradan yakın. Çinlilerin bile suyu çıktı. Kung fu falan yapan yok artık burada. Biz hala filmleri seyredip herkesin öyle şeyler yaptığını ya da bildiğini sanalım külliyen yalan! Bizim ata sporu güreş nasıl ki yok olmak üzere bunların da dövüş sanatlarına olan bağlılığı çoktan tarihin tozlu sayfalarında yerini almış bile. 

Artık Çin deyince aklıma ilk gelen şeyler, adım başı tapınak (Shanghai’da çoğu kocaman modern binaların arasında sıkışıp kalmış) ve kocaman binalar olacak. Hee birde ulu orta kimseye aldırmadan yola, oraya buraya tüküren erkekler, anime karakteri gibi kızlar, Çinli kız hastası olan Batılı erkekler, metroya iniş binişte henüz medeniyete ulaşamamış insanlar (buna bizim millet de dahil) garip işleyen bir trafik sistemi (aynı anda hem yayaya hem araca geçiş izni veren ışıklar mesela) her tarafta  bisikletler, mobiletler ve  vespalar... Ama en önemlisi hiç unutamayacağım nefis ve ucuz yemekler...    

Dün akşam üzeri tam hava kararmaya başlarken Bond’a gittim. The Bond tüm iş merkezlerini görebileceğiniz nehrin kenarına deniliyor. Oraya vardığınızda şu söz ettiğim Pudong Bölgesinin binalarını, ışıklarını yakmış bir halde tüm  ihtişamıyla karşınızda bulabilirsiniz. Görülmesi hoş bir manzara gerçekten. 




Bu akşam ayrılıyorum artık. Eve dönüşe yavaş yavaş saatler kaldı. Şu an yine Fransız Bistro’da bir yandan kahvaltı yaparken bir yandan yazıyorum. Bu şehirde gördüğüm kadar Fransızı sanırım Paris’e gitsem göremem. Sanki tüm Fransa kopmuş buraya gelmiş. Fransız Bölgesinde zaten Çinliler turist gibi. Ancak adamların hakkını vermek lazım. Bölge bu şehirdeki en muhteşem bölge. Her taraf inanılmaz cazip binalar, cafeler, barlar, restaurantlar ve minik dükkanlarla dolu. Minik dar sokaklar size Çin’de değilde başka bir şehirdeymişsiniz hissi veriyor.  Dün akşam yemeğe yine o bölgeye gittik. Bu sefer Sushi yiyelim dedik. Geldiğimden beri deneme fırsatını her yerde bulamayacağım tüm mutfakları denedim. Çin’in Yunnan Bölgesi, Hunan Bölgesi, Tai Mutfağı, Pekin Mutfağı derken bir de Japon mutfağını da atlamayalım dedim. Türkiye’de de bilirsiniz, mutfaklar bölgelere göre değişir. Karadeniz yemekleiri, Ege yemekleri vs deriz. Hatta Antep mutfağı, Urfa , Adana Kebabı vs diye saydırırız.  Çin’de de durum  böyle.  Çin’in bölgelerine göre yemekler farklılık gösteriyor.  Ben en çok Yunnan Bölgesini beğendim...

Şimdi gelelim Sushi’ye. Ağlayacaktım üzüntümden. Dün akşam benim yediğim kadar Sushi’yi İstanbul’da biri yese küçük bir servet ödeyebilirdi. Tek başıma epey ciddi performans gösterebiliyorum yemek yerken. Benim dikkate alınması gereken bir potansiyelim var bu konuda. On Kaplan gücünde yiyebiliyorum anlayacağınız. Şükürler olsun o kadar yemeğe henüz ciddi bir kilo problemi yaşamıyorum onu da belki sürekli hareket halinde olmama borçlu olabilirim. Ancak arkadaşlar, kesinlikle dün benim yediğim Sushi’ler birinin cüzdanında ufak şiddetli bir sarsınrıya sebep olabilirdi. Eğer İstanbul’da olsaydım!!!  Üzüntüm bu yüzden...  Bütün o 3 kuruşa mal olan yemekleri bırakıp gidecek olmam bana en fazla üzüntü veren şey... Yedim, içtim, içkisini de çayını da bırakmadım hepsini de ısmarladım ve ödediğim alt tarafı 30 TL. Bu arada söylemeden geçemeyeceğim Japon Ashati birası nefismiş. Bazı şeylerin hala Türkiye’de olmaması ne yazık. :(

Yolculuğun sonralarına doğru sanırım herkesin yapacağını yapıyorum ve geçen son 10 günü gözümün önünde canlandırıyorum. Sonra en çok ne beğendim diye kendime soruyorum. Bu şehri tam ayrılmak üzereyken ezberledim. Ve şunu da bir kez daha ispat etmiş oldum ki, her şehir ilk gidildiğinde herkese yabancı gelir. Ancak o yabancılık en fazla 2-3 gün sürer. 3. günden sonra hiç bir şehir size artık yabancı değildir. Bana da olan bu. İlk anda itiraf edeyim kocaman binalarının beni korkuttuğu ve insan burada kaybolur diye düşündüğüm şehir artık her yerini avucumun içi gibi bildiğim bir yer haline geldi. Özellikle dün bütün gün sokaklarda  dolaştım,  şehrin bir ucundan diğer bir ucuna gittim. İlk anda nasıl olacak bu iş deyip ürktüğüm her şey çocuk oyuncağı gibi geldi. Metro,otobüs, taksi, yürüyerek yol bulma, geçtiğiniz sokakları artık tanımanız, yanından geçtiğiniz her yerin aşina gelmesi, sanki uzun zamandan beri burada yaşıyormuşsunuz gibi bir hisse kapılmanız sadece an meselesi aslında. Bu şehir gerçekten değişik. Hem Batılı hem Doğulu izler taşıyor. Yabancı nüfusun fazlalılığı elbette buna etken. Ancak yüksek binalar, katlarını sayamayacağınız kadar büyük gökdelenler sanki Shanghai’da değilde Manhattan’da olduğunuz hissini veriyor. (Ettiğim lafa bak! Manhattanmış! Sanki gidip gelmişim de çok biliyorum! Neyse canım, filmlerden gördüğüm kadarıyla diyorum. Zaten kim Manhattan’a gitmek ister ki? Yüzlerce film sayesinde gitmiş, görmüş kadar olduk!)

Ben de cahil cahil hala Vietnam savaşı sırasındaki Shanghai’yı görmeyi umuyorum. Bazen şu hayal gücüme ben bile şaşırıyorum doğrusu. Elbette biliyorum günümüzde öyle bir yer olmayacağını ama yine de ümit ediyorum o havayı soluyacağım diye. Mesela Beijing’i görebilseniz hala o Çinli izler ve Çinli ruhu çok net şekilde görülebilmekte, Shanghai ise artık bir Ticaret Merkezi. Globalleşmiş ve buraya artık Çin şehri değil de, dünya şehri diyebiliriz.  Ancak biri bana bu şehirde kal, buarada çalış, burada yaşa dese??? Kabul eder miyim??? Sanırım cevap: evet olurdu...  Böyle de bir şehir burası. Yaşamak burada çok güzel olurdu. Çünkü size yapmak istediğiniz her şey için imkan verebiliyor. Aklınıza ne gelirse yapabiliyorsunuz. Eğitim, iş, gezmek, tozmak, yeni beceriler edinmek, farklı yerler görmek... 

Burada ki yabancıların hepsi kendi ülkelerinde sahip olmadıkları bir çok imkana sahip. Burada daha çok sosyaller. Ve aslında en güzeli, buradaki yabancılar farklı milliyet olarak kimseyi ayırmadan herkesi bir kulvarda tutabiliyorlar. Amerikalısı, İngilizi, Norveçlisi, Fransızı, Hintlisi hepsi arkadaş. Hem de yakın arkadaş. Birlikte planlar yapıp, birlikte kulüplere katılıyorlar. Tatillere beraber çıkıyorlar. Herkesin mutlaka, mobilet ya da bisikleti var. İşe bisikletle gidip geliyorlar. Hepsi ama hepsi mutlaka koşuyor, koşu gruplarına katılıyor.  Sosyal yaşam gerçekten çok renkli. İş hyayatı da o derece ciddii ve hiç bir şey birbirine karışmıyor.

Ama en ilginç şeyi yazıyorum şimdi. İlk defa gittiğim bir yerde aradan 12 gün geçmesine rağmen havaalanından sonra hiç bir Türkle karşılaşmamış olmam! Nasıl ama? Şaşırtıcı değil mi? Bir tanesiyle bile denk gelmedim.  Havaalanından sonra ne yaptılar bunları, toplayıp başka yere mi götürdüler diye şüpheye düşmedim değil. Çünkü sonuçta kocaman bir şehir değil, bir şekilde tüm gün sokaklarda dolaştım,  bir şekilde denk gelmem gerekirdi ancak olmadı! What an awsome it was!!!            

Şimdiden kara kara dönüş yolculuğunu düşünüyorum. O uçakta saatlerce zamanın geçmesini beklemek bana ikinci şubede işkence düşüncesi gibi geliyor. Oyalanmak için aklınıza gelen her şeyi yapıyorsunuz, saate bir bakıyorsunuz,  daha çoooookkk uzun yol var gidecek. Geçmiyor da geçmiyor. Bu sabah çok erken uyandım, akşama kadarda sokaklarda dolaşacağım eğer çok yorarsam kendimi belki (yani tüm kalbimle ümit ediyorum ki)  uyurum uçuşta.


Sanırım bir sonraki yazıyı uçakta yazarım, hatta ilk yazımın düzenlemesini yaptıktan sonra dönüşteki ilk yayını da uçakta yaparım. Vay canına, teknoloji ne hale geldi! Artık havada bile internete bağlanıp işimizi gücümüzü yapabiliyoruz. Pehhh!!!

19 Ekim 2013 Cumartesi

Çin Günlüğü X (Muhteşem geçirilen Zaman)

En son bıraktığım satırlardan beri geçen zamanı düşününce iyi ki tembellik yapmaya zaman bulabilmişim... Gerçi şu geçen zamanda da çok yorucu şeyler yapmadım ancak eve girme fırsatı da yakalayamadım.

Dün Sarah’la 3 gibi evden çıktık, Shangha’deki antik pazara gittik. Bu ülkede çılgın bir pazarlık yapma durumu var. Gitmeden önce Sarah”ben iyi pazarlık yaparım” deyip bana taktikler vermeye çalıştı. Adamların hepsi sanki sözleşmiş gibi aynı taktiği uyguluyor. Olan şu; diyelim bir şeyi beğendiniz ve fiyatını sordunuz. Tipik olarak herkesin ama kesinlikle hepsinin yaptığı, hemen eline hesap makinesi alıp cümleye başlıyor. “Bak aslında fiyatı bu” deyip inanılmaz bir rakam yazıyor, sonra “ama sen çok güzelsin ve seni sevdiğim için sana özel bir fiyat vereceğim. Bu fiyatı sadece sana veriyorum, başkalarına bu kadar inmem” deyip kendince makul denecek bir fiyat yazıyor. Ancak o yazdığı rakam da bence inanılmaz. Yani ben ki, annem ve ananemle Kapalıçarşı'da, Mahputpaşa’da manyak alışverişler yapıp, asıl pazarlık nasıl yapılır konusunda özel dersler almışım iki uzmandan, elin Çinlisi kendi dediği fiyata bana satabilir mi istediğini? Ben çılgın bir şekilde olamayacak bir fiyat söylüyorum, Sarah diyor ki “Ama çok düştün, satmazlar bu fiyata” diyor. Ben de “O zaman vallahi almam çünkü ben bunların aşağı yukarı kaç para olabileceklerini biliyorum. Aynılarını daha düşük fiyata Kapalıçarşı’dan alırım ama önemli olan buradan minik hediyeler götürmek. Çin’i anımsatan bir şey olsun yeter. Daha fazla para hiç kimse verdiremez, gidelim o zaman” diyorum. Ve arkamı dönüp gidiyorum. Adam ya da kadın arkamdan bağırıyorlar, “Tamam, tamam, gel, senin dediğin paraya olsun!” Ve böylece manzara aynı şekilde sürüp gitti. Sarah ile beraber adamları yıldırdık. Asıl komik olanı, pazarda o kadar çok yabancı vardı ki, yani Batılı demek istiyorum, hepsi durup bizi seyretmeye başladı. Pazarcılar peşimizde gülmeye ve  Sarah "sen benden de beter çıktın" demeye başladı.  Neyi kaça istiyorsak onu alıyoruz ve diğer yabancılar kıskançlıkla bize bakıyorlar. Bir kaçını fark ettik ki bizi seyredip bizim gibi yapmaya başladılar. Sonra da bize bakıp sırıttılar.  Neyi kaça istediğiysem o rakama aldım. 1 saat içinde almam gereken tüm hediyeleri almıştım. Tüm alışverişi bitirdikten sonra Fraser Residence’in 6. Katındaki Yunan Restaurant’ına gittik ve bir kaç meze ile beraber Cin içtik. Manzara inanılmazdı. Ya da belki hep aynı manzaraydı. :) Binalar, binalar, binalar...



19.30 civarı kendimizi eve  zor attık, çabucak hazırlanarak Sarah’ın arkadaşlarıyla sözleştiği Xi Bo Restaurant’a gittik. Buraya geldiğimden beri yediğim yemeklerin hepsi de muhteşemdi. Elbette yemeğe verilen, bize göre az paralar da düşünülürse, yemek konusu en inanılmaz şeydi seyahatim boyunca. 7 kız, terasta oturarak dünya kadar yemek yiyip, 5 şişe şarap içtik. Masadan kalkarken hemen hemen hepimizin kafası hali hazırda güzeldi. Ve kişi başı ortalama 65 TL civarı hesap ödedik. Öyle bir yemeği İstanbul’da o kalite de bir yerde yiyeceksiniz ve o kadar içki içeceksiniz muhtemelen kişi başı hesap rahatlıkla 200-250 TL civarı gelir. O da bugün iyi günümdeyim ortalama bu gelir diyorum, daha yüksek olma ihtimalini kesinlikle göz ardı etmiş değilim.

Restaurant’tan çıktıktan sonra bir Gece Kulübüne gittik. Kızlar tamamen dağıttılar. Hepsi çok doğal, rahat, eğlenceli, güler yüzlü ve sıcakkanlıydılar. Gerçekten her zaman hatırlayacağım bir gece geçirdim. Çok güldüm, çok eğlendim. İnsanları gözlemlemek çok eğlenceliydi. Bu Amerikalı ve İngiliz kızlarının rahatlıklarını ve umursamazlıklarını gerçekten seviyorum. Hiç kasmıyorlar, farklı olma çabasına girmiyorlar, nasıl hissediyorlarsa öyle davranıyorlar. Bizler maalesef çok fazla kurallarla yetiştirildiğimiz için hiç zaman onlar kadar rahat olamayacağız. Rahatlık derken yanlış anlaşılmasın, eğlenmekten bahsediyorum. Kimseye bir şey ispatlama çabası olmadan sadece içinden geldiği gibi davranmaktan söz ediyorum.

Gece 2  civarıydı sanırım epey sarhoş bir halde eve döndük. Sabah kalktığımda, ne zaman yüzümü yıkadığımı, pijamalarımı giyindiğimi ve yatağa yattığımı hatırlayamadım. Tüm bunları ne ara yapmışım hala hiç bir fikrim yok.  Sabahleyin sürünerek yatakta çıktım... İkimiz de zor bela toparlanıp,  birer fincan çay içip tekrar sokağa attık kendimizi.  French Concession’da (Fransız bölgesi) bulunan Tianzifan’da,  “Komunne” adlı mekana  Brunch’a gittik. Servis bizi çok bekletti ancak hayatımda gördüğüm en büyük fincanda (Mug) nefis bir kahve içtim ve harika bir omlet yedim.  Zaten onları yedikten sonra akşama kadar bir daha canım bir şey yemek istemedi. 









Brunch sonrası manikür ve pedikür yaptırmaya gittik. Yine ilklerden birini yaşadım ve pedikürümü ilk defa bir erkek yaptı. Çok sevimli bir karı-koca’nın işlettiği bir dükkanda şaşıracağınız kadar hızlı ve profesyonel servisi aldık. Çift 12 seneye yakın New York’ta yaşamış ve her ikisinin de New Yok Nail School’dan diploması vardı duvarda. Bazen dünyada olan şeylere gerçekten şaşırıyorum. Yani düşünsenize,  karı-koca 12 sene New York’ta yaşa, bu işi yaptığın için profesyonel olmak iste ve bu işin okula gidip hakkını vermeye çalış. Gerçekten takdir ettim. Adamlar yaptıkları her şeyi ciddiye alıyorlar. Küçümsemek için yazmıyorum ancak bizim ülkemizde bu işin bir okulu bile yok. Kaldı ki bir manikür ya da pedikürcüden “hani senin diploman?” diye sorduğunuz soruya cevap bekleyesiniz. Biz de her şey kafa göz yara yara yapılıyor. Tüm French Concession’u yürüyerek dolaştık diyebilirim.  Aynı bölgede sabah yaptırdığımız randevuya yetişmek için masaj salonuna koşturduk. Tam 1 saat Tai Masajı yaptırdık.

İşte burası çok önemli...  Daha önce de çok iyi olduğunu düşündüğüm bir Tai Masajı yaptırmıştım. Hem de Nişantaşı’nın göbeğinde çok iyi bir yerde. Buraya isim yazmayacağım...  Bugünkü masajdan sonra kafama takılan soru şu; eğer o masajsa bugün yaptırdığım neydi? Ben böyle bir şey görmedim, yaşamadım. Tek kelimeyle; İNANILMAZDI. 1 saatlik masaj sonrası çıktığımda tüm kaslarım ve eklemlerim bayram yapmıştı. Bir kere en önemli şeyi yazıyorum. Arkadaşlar gittiğinizde,  soyunup,  üzerinize litrelerce yağın boşaltıldığı ve tüm vücudunuzun okşandığı şey kesinlikle masaj değil. Değilmiş yani. Bugün bunu çok net şekilde anladım.

Gider gitmez bizi çok hoş bir şekilde karşıladılar. Masajın yapılacağı odaya aldılar. Sarah ile aynı odada olmak istedik o yüzden yerde iki tane ayrı ayrı yatak hazırlanmıştı. Bir çift bizi odaya aldı, hemen havlularla başımızı koyacağımız yeri hazırladılar ve giyinmemiz için yarım üst kimono ve alt pijaması verdiler. Kıyafeti tam anlatabilmem için Kung-fu yapanların üzerindeki beyaz kıyafetleri düşünün , buna benzer kıyafetlerdi. Üzerimizdekileri çıkardık ve verdiklerini giyindik. Çift geri geldi ve yine ellerini başlarının üzerinde birleştirip eğilerek bize selam verdikten sonra  yerdeki yataklara yüzüstü uzanmamızı istediler ve böylece masaj başladı. Ayak parmaklarından başlayarak tüm vücudunuzdaki kasları tek tek elden geçiriyorlar. İnanılmaz güçlü parmakları vardı bana masaj yapan kızın. Vücudunuzu sizin bile haberiniz olmadığı bir şekilde esnetiyorlar. Mesela siz yüzüstü yatarken ellerinizde tutup sizi geriye doğru geriyorlar. Yüzüstü,  bir yay şeklinde oluyorsunuz. Kollarınızı gerip, sizin olmayacağını zannettiğiniz şekillerde büküp, gerip, esnetiyorlar. Velhasıl  1 saat boyunca vücudumdaki tüm kaslar ve eklemler gerildi, büküldü, esnetildi, yoğuruldu ve yumuşatıldı. 1 saatin sonunda tüy kadar hafiftim. Belimdeki ağrı geçmiş, boynumun kilitlenmiş kasları açılmıştı.

Bu masajı İstanbul’da yapan birini bulayım abone olacağım. Her hafta ne yapar eder giderim kesinlikle. Masaj sonrası çıktığınızda yine önünüzde eğilerek sizi selamlayan biri kapıda bitiveriyor ve harika bir zencefilli çay ikram ediyorlar. Gittiğimiz SPA’daki ortam huzurlu, sakin ve bir o kadar da aydınlıktı. Masaj yaptırdığınız odalar hariç her yer SPA’larda alışık olmadığımız derecede aydınlıktı.  İç ferahlatıcı bir havası vardı. Masaj sonrası yine yürüyerek eve geldik. Kendimize yine harika birer Cin hazırladık ve Sarah’ın kaldığı binanın çatı katına çıktık.


Pekala, yaptığımız çılgınca şeyi anlatıyorum şimdi. Binanın çatı katı dediğimiz öyle insanların takılacağı bir yer değil. Filmlerde gördüğünüz yüksek binaların çatılarını düşünün. Düzlük bir alan, borular, bacalar vs. Çatının kenarları yarım metrelik bir genişlikte ama daha yüksekte tabi.  Kenarlara duvar örüldüğünü düşünün. Çatıya çıktığınızda bu duvarlar yüzünden aslında sadece gökyüzünü görebiliyorsunuz, etrafı göremiyorsunuz çünkü duvarların yüksekliği 2 mt civarında. O duvarların kenarlarında da 30 cm yükseklikte demirlerle yine güvenlik yapılmış. Biz borulara tutunarak o yarım metre genişliği olan duvarın üstüne tırmandık. Bardaklarımızı, fıstık ve cipsimizi de alıp duvarın üstüne oturduk ve tüm Shanghai gözümüzün önündeydi... Bir gökdelenin tepesinde, kenardaki duvara oturarak inanılmaz bir manzara seyrettim. Karşımdaki tüm binalar elimi uzatsam dokunacağım mesafedeydi ama aşağıya bakmaya cesaret edemedim. Yükseklik korkusu olan biri için bence takdir edilmesi gereken bir hareketti bu. Ben hala kendimi tebrik ediyorum. Hayatım boyunca bir daha asla yapamayacağım şey, bir gökdelenin tepesinde oturup ayaklarımı aşağıya sarkıtmak olacak sanırım. Eh bunu da yapmadım demem artık. Delice bir tecrübeydi ama değdi...  

Sarah’ın erkek arkadaşı ona bu akşam yemek pişireceği için bizim kızımız erkek arkadaşına gitti. Ben eve yine nefis bir Tai Yemeği ısmarladım ve hem yemeğimi yedim hem de yazımı yazdım. Bu yemekleri bırakıp gidecek olmak bana büyük üzüntü veriyor. İstanbul’da da yalnız yaşayan biriyim ve genellikle pişirmektense dışarıdan ısmarlamayı isterim aslında. Ancak istanbul’da böyle bir şey yapsam, ayın onuncu günü tüm maaşımı tüketmiş olurum herhalde. 

Yediğim ya da yaptığım şeylerin fiyatları yazmam belki sizi sinir edebilir ancak bir fikir oluşturması ve bir gün eğer gelmeniz nasip olursa buraya, geldiğinizde size yol gösterici olması için özellikle belirtiyorum. Buradan hareketle  aslında buraya yapacağınız seyahatin Avrupa’da bir kaç gün bir yere gitmenizden daha ucuza geleceğinden emin olabilirsiniz. Yolun uzunluğu nedense insanlara maddi açıdan da çok büyük bir yük getirecekmiş gibi görünüyor olabilir ancak böyle bir düşünceniz varsa da unutun... Hepinizi şaşırtacak derece hesaplı süper bir tatil yapabilirsiniz burada. Geceliği 80-100 TL arası gerçekten kaliteli kalınacak oteller var. Daha lüks yerde kalmak istiyorum derseniz de elbette seçim sizin ancak daha önce adını duymadığınız Residence hizmeti veren çok temiz ve çok güzel yerler inanamayacağınız kadar çok burada.  Ben Sarah burada diye daha cesur hareket ederek geldim elbette ancak fazladan 700-800 TL ile de bu seyahati yine rahatlıkla yapabilirmişim. Bu beni neden rahatlatıyor?  Çünkü bakarsınız önümüzdeki yıllarda belki bir daha gelirim bu ülkeye.     :)


Aklıma gelmişken, Sarah’ın erkek arkadaşı Tang bu sabah 100 katlı binanın merdivenlerini  tırmanmayı 25 dakikada tamamlamış. Biz sabahın köründe sarhoş sarhoş uyurken o çoktan gidip yarış işini halletmiş bile.  Maalesef seyretmeye gidemedik. ..  Uyku ağır bastı... :)

Çin Günlüğü IX (Tembellik Zamanı)

Nazenin biri olduğumu keşfettim. Kaç günden beri yürümenin ve dışarıda dolaşmanın sonunda ayaklarım su toplamış. Üstelik çok rahat spor papuçlarım olduğu halde. Bende ne narin, ne yumuşakmışım yeni anlıyorum. Masa başı işi insana böyle bir dezavantaj vsağlıyor sanrım. Oysaki yoğun spor yapıyorum. Öyle bütün gün poposunun üstünde oturan tembel biri de değilim. Ancak kilometrelerce yürümek başka oluyormuş tabii.

Şu an,  dün öğleden sonra başlayan tembbelliğim halen devam ediyor. Gerçi bir kaç saat sonra çıkacağız ve buranın Kapalıçarşı’sına gideceğiz. O andan itibaren epey yoğın bir program var ve olabildiği kadar şu anın tadını çıkarmaya çalışıyorum.

Geldiğimden beri beni sinir eden şeyleri gördükçe ve aklıma geldikçe yazıyorum. Ancak sanırım en sinir bozucu olanı şu internete uygulanan sansür. Milyarlarca insanı bu şekilde kontrol ediyorlar zahir. Hiç bir yere giremiyorsunuz. Bırakın adamların kendi ülkelerinde olup biten ne varsa, kendi ülkenizle ilgili de bir yerlere giremiyorsunuz. Hatlar o kadar yavaş ki, bir şeylerin inmesi, yüklenmesi arasında geçen zamanda bir süre sonra size ne aradığınızı unutturuyor. Bir şey indirmeye çalışıyorum, öyle çok zaman geçiyor ki, “ne bakıyordum ben yahu?” diyorum epey zaman sonra. Sonra da vazgeçiyorum elbette. Sıkılıyorum ekranın başında manasız geçen zamana.

Bu sabah kahvaltı için minik bir Fransız Bistro’suna gittim. Şükürler olsun nihayet iki tane güzel surat gördüm de biraz içim açıldı. Etrafımda sürekli birbirine bağıran çirkin Çinliler doğrusu biraz beni benden aldılar. Pekin’i daha çok beğendiğimi itiraf etmeliyim. Burası daha kaotik ve karmaşa içinde. Burada en rahatsız hissettiren şey, insanların sürekli birbirlerine bağırıp çağırması. Hani Türkler de yüksek sesle konuşurlar alışığım aslında ama buradakiler sanki sürekli devam eden bir kavganın içinde gibiler. Bir de şunu farkettim. Bir yabancı görünce Türkler değişirler, bir kibarlıkları tutar, illa iletişime geçmek isterler, ben de hep “Aman ne yabancı budalalığı var bizim şu milette” derdim. Vallahi herkesten özür diliyorum... O da bizim kültürümüzün kibarlığı imiş herhalde. Öyle düşünmek istiyorum... Çinliler uzaylı gelse umursamıyor. O kadar yabancılara karşı tepkisiz ve yoklarmış gibi davranıyorlar ki... İnsan bir yardımcı olmaya çalışır, bir yanaşır, bir kendini toparlar, bağırıyorsa bir kibarlaşır değil mi? Yoookk, adamların umurunda değil. Hatta yabancı görünce daha bir coşuyorlar. Ülkede çok yabancı var belki de alıştılar ve umursamıyorlar diyeceğim ama  hiç öyle görünmüyor. O kadar yabancının olduğu şehirde başka da bir dil öğrenir insanlar değil mi? O da yok. Şu an düşünüyorum da , İstanbul’da adım başı birine rastlasanız ve İngilizce konuşsanız, on adamdan sekizi kesin derdinizi anlayacak ve yardımcı olacak kadar anlar sizi. İlla gidip orta yaşın üzerindekilere sormayın da gençleri deneyin. Kesinlikle bir yabancıya yardımcı olacak kadar idare ederler.

 Şu an bulunduğum bölge yabancı nufüsü açısından ciddi bir yoğunluğun olduğu yer, buna rağmen Çinliler başka dil bilmiyorlar. İngilizlerin küstahlığını anımsattı bana. İngilizler de bütün dünya benim dilimi konuşsun deyip zahmet edip dil öğrenmezler. Geçmişte böyle düşünen çok kişi vardı. Onlar da artık yavaş yavaş başka diller öğreniyorlar. Dünya böyle bir yer oldu işte. Başka diller öğrenmek gerekiyor.  Hele bu Çinlilerin acilen bir dil öğrenmesi gerekiyor. Okullarda falan hiç mi bir şey öğrenmiyorlar, bir parça bile olsa, anlamıyorum ki! Ciddi problem bu bence. Sormak istediğim bir çok şey var,  ancak sorup da cevap alacağın kimse yok. Örneğin dikkatimi çekti, kaldığım oteldeki asansörde, 4. 13 ve 14. Kat numaraları yoktu. Tamam belki özel katlardır asansörün pas geçmesi için öyle yapılmıştır diyebilirsiniz. Ancak asansör çok yavaş ve o katlarda numara görünmeden geçmesi imkansız. Aynı zaman aralığında çıkıyor ve o zaman anlıyorsunuz ki o numaraları katlar yok! Sarah’a sordum, bazı numaraları uğursuz numara diye kullanmıyorlarmış. Örneğin metro hattın da da dikkatimi çekmişti. Toplam 14 hat var ancak 16’ya kadar numaralandırılmış arada 14 ve 15 yok! Adamların ne yapmaya çalıştıkları onlar açıklamadığı sürece anlaşılmıyor. Sadece tahminler yürütüyorsunuz. Bu akşam kalabalık bir grup yemek yiyeceğiz. Uzun senelerdir bu ülkede kalanlar var içlerinde. Ümit ediyorum birilerinin cevapları vardır bu sorulara. Gerçekten merak ediyorum ne tür bir mantıkla hareket ettiklerini. Belki bir bilen vardır...    

Diğer bir konu; Shanghai’de kışın ısınmak için kalorifer ya da buna benzer ısıtma sistemleri yok. Hiç bir yerde! Herkes evlerine takdırdıkları klimalarla ısınıyor. Klimalar sizi ne kadar ısıtırsa... Doğal gaz sistemi bulunmuyor bu şehirde. 

      






Yiyeceklerle ilgili olarak ilgimi çeken bir kaç şeyin fotoğraflarını paylaşayım sizinle. 









Benim favorim olan Tai mutfağı

Çin Günlüğü VIII (Kaba Çin Erkekleri)

Türk erkekleri istedikleri kadar kızabilir, istedikleri kadar itiraz edebilirler. Ben gördüklerimi, yaşadıklarımı yazıyorum. Türk erkeklerinin hangi familyadan olduklarını buldum sonunda. Çinlilerle bizimkiler kesinlikle aynı hamurdan. Adamlardaki kabalıkları anlatmama şurada sayfalar yetmez. En basit ve sık sık olanı yazayım hemen. Adamlarda bir tükürme huyu var sokaklarda,  dersiniz hepsi Lama soyu. O kadar gürültülü ve çirkin şekilde rahat rahat tükürüyorlarki inanlır gibi değil. İlk başlarda bana denk geldi, öküzün biri zahir diye düşündüm. Şimdi neredeyse 5 gündür sokaklardayım anladım ki, adamların kültürü bu. Tükürüyorlar sokaklarda! Hem de kimseye aldırmadan, gayet doğal bir şey yapıyorlarmış gibi. Hani manidar bir yüz ifadesiyle adamın suratına baksanız uyarır gibi, hiiiççç oralı olmuyorlar, aksine gözünüzü dikip baktığınız için siz kaba oluyorsunuz.

******
Azimili sıçan (fare) duvarı delermiş!! Wagas’ı nihayet buldum. Anaaamm ne de kolay bir yerdeymiş. Boşu boşuna dolap beygiri gibi dönmüşüm. Şu an tek derdim karnımı doyurmak... Şöyle bir dşündüm de sürekli aynı dertten müzdaribim. Hep karnımı doyurmak derdindeyim. Acaba önceki hayatlarımdan birinde kıtlıkta mı yaşadım nedir? Zaten elalem Prenses olur, Kraliçe olur, ben ya kıtlıkta yaşamışımdır ya da sürünmüşümdür kesin.  Bu reankarnasyon meselesine bir ara tekrar dönelim.

Neyse, bir kaç saat burada takılmayı düşünüyorum. Hazır free internet bağlantısı da bulmuşken neden olmasın dedim. Dün saatlerce dolaşmanın acısı çıkıyor tabii. Ayak masajına kesinlikle ihtiyacım var!  Şu an günü çoktan yarıladım ben, ama saate şöyle bir baktım da daha çoğu kişi hala uyuyor orada. Sabah’ın 6.30’unda kaç kişi kalkar ki? Saah 5 te uyanmaya (aslında burada çoktan 10 bile olmuş oluyor) alıştım sanırım. Hala biraz zorlanıyorum, hiç değilse 9’da falan kalkabilsem iyi olacak ama 5 günde kimse benden bu kadar büyük beklenti içinde olmasın. Ne kadar isterseniz isteyin her gün kendi saatinize göre gece 3 ya da 4’te uyanamıyorsunuz.

Şu an büyük hayal kırıklığı içindeyim... :( Free internet var diye sevinmiştim ama o da şifre istiyor! Dönünce gerçekten ama gerçekten Vodafone’la acaip bir kavgam olacak!

Bugünü mahallede etrafı dolaşarak, tembellik yaparak geçireceğim. Haftasonu epey yoğun geçecek. Pazartesi ve Salı Shanghai Müzesi ve Nehir Kenarını dolaşarak geçireceğim. Rehber kitapçığa göre güneş doğumunu nehir kenarında geçirmeliymişim. Bu demektir ki bildiğimiz gece 1’de (benim saatime göre!) kalkacağım ve yola düşeceğim. E artık şurada 4 günüm kaldığına göre yapılabilecek tüm çılgınlıkları yapmak lazım.

Bazen geri dönüp yazıklarımı okuyorum. Atladığım bir şey var mı diye. Aklıma gelenleri de hemen neredeysem oraya ekliyorum. O yüzden bazen alakasız ve konudan uzak , bölük pörçük şeyler olursa aldırmayın. Sonuçta önemli olan içerik.  Biraz evvel keşfettiğim şey şu... Hani her zaman kendimizle dalga geçeriz ya, şu Türkler de dünyanın her yerinde var deriz. Nereye gitsek mutlaka bir Türk’le karşılaşırız ve doğrusu bazen bu apaçık ürkütücü de gelir... Salgın hastalık gibi... “Kaçııınnn Türkler geldiiii” durumu :).  Ancaaaakkk bence şurada bir kaç sene kaldı kalmadı bizim papuç dama atılacak. Neden mi? Kardeşim bu Amerikalılar salgın hastalık gibi! Artık dünyanın neresine giderseniz gidin bir Türk ve bir de mutlaka ama mutlaka Amerikalıyla karşılaşıyorsunuz. Bu adamlara da rahatlık batıyor anlaşılan. Ya da Merkezi Istihbarat Teşkilatı (Amerikanca baş harflerini yazmıyorum, hani internette her yerde takip ediyorlarmış ya, bulurlar mulurlar beni, neme lazım. Çoookkk önemli kişiyim ya! :)  ) dünyayı kontrol edebilmek için her yere adamlarını gönderiyor. Mantar gibi her yerde bitiveriyorlar.

Aklıma gelen bir diğer şey. Dün Metro’ya bindim demiştim. İşte Metro’da bir kez daha anladım ki, biz bu Çinlilerle kesinlikle aynı familyadanız. İstanbul’da Metro’da neye şahit oluyorsam aynılarını burada da gördüm. İnenlere bir öncelik vereyim, kenara çekileyim, sonra da ben binerim nasılsa Metro kaçmıyor DEMİYOR kimse! Bildiğin İstanbul’daki gibi daha içeridekiler inmeden bastırıyorlar içeri. Tabii kapıda bir sıkışma itişip kakışma yaşanıyor doğal olarak. Ama kimsenin umurumda değil. Herkes birbirini itekliyor, bağırıyor ama kimse bunun tuhaf ve saçma olduğunu farketmiyor. Bakın belki bana kızacaksınız ancak maalesef doğruya doğru, medeniyetin gözünü seveyim. Avrupa’da mümkünü yok böyle bir şey göremezsiniz. Görseniz de yapanlar emin olun yerli halk değildir, bizim gibi Allah’ın dağından gitmiş hödüklerdir. Bizler gibi toplumların o medeniyete ulaşması için aşağı yukarı bir kaç yüzyıl daha geçmesi gerekecek. Çinliler de medeniyetten yana nasiplerini almamışlar kısacası.


Farkettiğim diğer şey de şu: Size kibar davrananlar sadece kaldığınız otellerdeki elemanlar. Öyle gaip bir durum ki, iki ayrı uçtan söz ediyoruz. Onlar ne kadar kibar, güler yüzlü ise dışarıdaki ve yemek yediğiniz yerlerdeki insalar o kadar kaba. Pekin’de oteldeyken Concierge’deki Batılı kız şöyle demişti: “Dışarıdaki servisleri buradaki gibi beklemeyin, hepsi çok kaba davranıyor.”  Ben de şaka yapıp,”nasıl yani tabağı başımıza geçirmiyorlar sonuç da, değil mi?” demiştim, o da “Neredeyse! :) ” demişti. Abartıyor diye düşünmüştüm ancak şu ana kadar gördüğüm gerçek gibi. Sadece yabancı uyruklu mekanlarda çalışan servis elemanları kibar. Gerçek Çin mekanlarına giderseniz tabağı bir başınıza geçirmedikleri kalıyor! Ama bir şekilde herkes buna alışmış (Batılılar bile) hiç aldırmadan devam ediyorsunuz.  Farkına varmadan siz de kasoa uyum sağlıyorsunuz anlayacağınız. Zaten ne demişler : “Roma’daysan, Romalı gibi davran!” 

18 Ekim 2013 Cuma

Çin Günlüğü VII (Jing An Si)

Kaldığım semtin adı Jing An Si. Bugün tamamen tavaf ettim. Kaç defa kayboldum bilmiyoum. Bir süre sonra saymayı unuttum. Doğru dürüst kahvaltı yapayım, güne kuvvetle başlayayım istedim. Bütün kuvvetim, gücüm sokaklar arasında bir yerlerde kaldı. Sarah, Wagas Restaurant var, American pancake yapıyorlar, çok güzel kahvaltısı var dedi, çıktım yola. 






Zaten benim başıma ne gelirse bu yemenin derdinden gelecek.  Allahım, adım başı Wagas olduğunu söyledikleri yerde ben tam 4 saat dolaşarak bulamadım ya!  Kime sorsam, her zamanki gibi havalara bakıp,  ben yokmuşum gibi davrandılar. Dil özürlü millet ben bir Çinlileri gördüm. Bir tane Allah’ın kulu bilmez mi İngilizce anlamıyorum ki.

İnat ettim bulacağım diye, hiç bir şey alıp yemedim. Baktım artık tabanlarıma kara sular indi, adım atacak halim kalmadı, neyseki çantamdaki elmayı hatırladım. Oturdum kaldırımın kenarına elmamı yedim, biraz kendime geldim tekrar başladım dolanmaya. Şu an bana sorun, sokak sokak size tarif edeyim bu Shanghai’yın Jing An Si semtini. Neyse baktım dön dolan hep aynı sokaklar, metroya binip bölge değiştireyim dedim. Metro hatları 14 tane var. Her  hattı numaralandırmışlar. 1’den 16’ya kadar. Toplamda 14 adet hat ama, 14 ve 15 numara yok. Neden? Bilmiyoum. Olurda İngilizce bilen birine rastlarsam ilk işim sormak olacak. 


Metro için aşağı indiğinizde başka bir dünya ile karşılaşıryorsunuz, bildiğiniz alışveriş merkezi gibi bir alan, siz nereye gidecekseniz işaretleri takip ediyorsunuz ancak sağınız solunuz her yer mağaza. Bu arada her duraktaki çıkışlar da numaralandırılmış. Bizim metroda nasıl ki çıkışa göre isim yazar, mesela; Taksim Gezi Parkı çıkışı ya da Taksim Meydanı gibi, burada her çıkış numaralandırılmış. Örneğin akşam Sarah ile West Hanjing Road durağında buluşacağız ama 7 numaralı çıkışın önünde buluşalım diye sözleştik. Çünkü bazı duraklarda  12, bazılarında 20 tane farklı çıkış var. Bana çok mantıklı geldi. Diğer türlü ara ki bulasın nereden çıkacağını. Metro 3 yuan, bu da 1 TL yapıyor. Hala öğrenci ücretine yolculuk yapıyorum yani :) Aşağıdaki resimlerden de görebileceğiniz gibi metro rayları açıkta değil. Metro durakta durunca önce vagonların kapıları açılıyor sonra platformdaki kapılar açılıyor. Böylece raylara birilerinin düşme ihtimali sıfıra indirilmiş oluyor.  





Bizim buraları tavaf ettikten sonra Jing An Temple durağından metroya bindim ve People’s Square durağından çıktım. People’s Square pek ünlü bir meydanmış. Kocaman bir Parkı var. İnanılmaz yeşil, bahçeleri çok güzel. 






İçinde Barbarosa Restaurant’ta çok güzel bir yemek yedim. Yanda gördüğünüz mekan... İçerisi de, servis de çok güzeldi. Normalde buradaki servis elemanları çok kaba oluyorlar mekanlarda,  ancak ilginçtir buradakiler sevimliydi. Haa aklıma gelmişken, Çin’de hiç bir yerde bahşiş verilmiyor. Kabalık oluyormuş bu. Zaten verdiğinizde de bir paraya bir de size garip garip bakıyolar. Tam cimrilerin mekanı burası! Ye iç, hesabı öde çık. Zaten yemeklere gelen hesaplar Türkiye ile kıyaslayınca cep harçlığı gibi geliyor.

Park’ta 2 saate yakın dolaştım ve yorulunca Sarah ile buluşmama daha 1 saat olduğu için biraz kitap okuyayım dedim. Kindle’m yanımda olduğundan hemen bir banka oturdum açtım tam okumaya başlayacağım, 85 yaşında kadar bir Çinli bana yanaşıp İngilizce bilip bilmediğimi sordu. Mecburen evet diyince, başladı sohbete.  Anlattıklarından İnşaat Mühendisi olduğunu öğrendim, adam bir de kartını çıkarıp gösterdi üstelik Profesörmüş.  Artık doğru mu yalan mı bilemeyecğim belki de kendi bastırmıştır kartı. Gerçi sadece bir tane olduğu içinmiş de bana vermedi o ayrı. Dediğine göre 10 yıl Amerika da yaşamış bla bla  bla. Bu Amerika’da anladım ki İngilizce öğretmiyorlar ya da gidenler öğrenemiyorlar. Amerika’yı sevmememin bir nedeni daha çıktı. Kardeşim 10 yıl bir insan orada kalır da nasıl öğrenemez ki o dili. Adamın İngilizceyi dinleseniz değil 10 yıl sanki 10 gün kalmış. Ancak o kadar konuşuyor. O konuşma ile beni davet etmediği de kalmadı, bir daha Çin’e gidersem onu arayıp onda kalmamı istemesi de kalmadı. Adam bana külliyen sallıyor gibi geldi, hiiiiççç o kadar cana yakın Çinli görmedim daha şimdiye kadar. Pekin’de ilk gün gezerken turisttik meydanlarda sırıtan herkes hariç tabii. Ama onlar da sadece sırıtıyorlardı, beni evlerine davet etmiyorlardı sonuçta. Neyse ısrarla telefon numaramı istedi, olmadığını bu ülkede telefonumun  çalışmadığını söyledim. Asla da yalan değildi! Geldim geleli  çalışmıyor kahrolası telefonum!  Dönünce Vodafone’un benden çekeceği var!!! Adam ısrarla kendi numarasını verdi, ben yanlış isim verdim, erkek arkadaşım olduğunu ve arkadaşlarımla buluşacağm için artık ayrılmam gerektiğini söyledim ve bildiğiniz kaçtım oradan. Takip etse beni , daha buluşacağıma var 1 saat. Neyse onu da atlattım böylece ve dinlenmek için başka yer aradım. Sonra da gittim İstiklal Caddesini buldum. Bildiğiniz İstiklal Caddesi. Adamdan kaçmak için metroya girip Sarah ile buluşacağım West Nanjing Road durağına gittim. 7 numaralı çıkıştan bir çıktım karşımda İstiklal Caddesi! Aman ohh tanıdık bir yerler dedim attım kendimi oraya. Gittim bir banka oturdum, hem dinlendim,  hem kitap okudum biraz. Benim gittiğim yabancı şehirlerede bir yerleri mutlaka İstanbul'daki bir yerlere benzetme gibi bir sinir bozucu durumum var. Mesela Londra'daki Trafalgar Meydanı'na her zaman Eminönü Meydanı derim. Ayıp ediyorum biliyorum ama elimde değil :) 







Size söylemiştim Çinli bir tane bile yakışıklı erkek göremediğimi. Gördüğüm tek yakışıklı Çinli bu panodakiydi. E zaten onu da artist yapmışlar :) 


Zaman gelince Sarah’la buluşmaya gittim. Bir gün önce Ördek yemek için sözleşmiştik. :) Söyledim size benim başıma ne gelirse bu Ördek’ten gelecek.  Ama bu sefer olaysız geçti. Önce bir Roof Bar’a gittik. En iyi Shanghai manzarası oradaymış. Ve görünce manzarayı anladım ne demek istediğini. 




Eh siz de görünce anlamışşınızdır sanırım. Bir an dünyanın tepesindeyim sandım. Mavi ışıklı binanın arkasında karanlık olduğu için görülemeyen bir bina daha var ve halen yapım aşamasında. Önümüzdeki sene bittiğinde dünyanın en yüksek ikinci binası olacakmış. Birincisi herkesin bildiği gibi Dubai’de. Öndeki mavi ışıklı bina 100 katlı. Her sene o binada 100 katı merdivenle çıkma yarışı yapıyorlamış. Bu haftasonu yine yapılacakmış. Seyretmeye gideceğiz çünkü Sarah’ın erkek arkadaşı da katılıyor.   Şimdiye kadar ki rekor 100 katı 19 dakikada çıkan birine aitmiş. Kim olduğunu bilmiyoruz ancak 19 dakikada çıkmış her kimse. 20 ya da 30 kattan sonraki baş dönmesini nasıl durduruyorlar merak ediyorum. Bir keresinde Sam’la beraber katları merdivenlerden çıkalım deyip denemiştik Plaza’da. Yavaş yavaş çıkmıştık ve her şey gayet yolundaydı ancak hızlı çıkacak olsak biliyorum ki baş dönmesi oluyor. 

Nefis bir yemekti. Aslında herkesin bildiği gibi Çin mutfağı biraz riskli. Yani ne yediğinizi gerçekten bilmeniz gerekiyor.  Sarah ile damak tadımız aynı olduğu için verdiğimiz siparişler ikimizin de çok beğendikleri oluyor genelde. Bu akşam gittiğimiz mekan “Lao Beijing”  yabancılar arasında da çok popüler çünkü Shanghai’daki en iyi Geleneksel Pekin Ördeğini yapıyorlar. O yüzden salonda ciddi sayıda Batılı da vardı. Ama hepsinin iş yemeğinde oldukları çok belliydi. Erkeklerin çoğu takım elbiseli, masada genellikle Çinli ve Batılı karışık gruplar vardı. Ve genelde hepsinin evrak çantası vardı. Yani iş yemeğinde oldukları oldukça belliydi.  Her ne için orada olurlarsa olsunlar bence o nefis yemekleri tadan az sayıdaki şanslı kişilerdi hepsi.

Sonrasında elbette evimize geri döndük. Tembel tarafımıza denk geldiği için taksiye bindik. Zaten ben bütün gün dolaştıktan sonra iki adım daha atacak halde değildim.   

Aklıma gelmişken bugün tüm seyahatlerimi seyahat kartıyla yaptım. Bizdeki akbil gibi bir kart. Para yükledikten sonra, otobüs, metro, feribot ve taksilerin hepsinde geçiyor. Takside de bu kartı kullanmak bana çok kullanışlı geldi.


Yarın ki planım elbette yine kendimi dışarı atmak. Ama geldiğimden beri hiç spor yapmadığım için öncelikle sabah bir kaç saati spora ayırmayı düşünüyorum. Bu arada ara ara yaptığımız planlara yenisini ekliyoruz. Mesela daha manikür ve pediküre gideceğiz. Pedikür yaparken ayak masajı da yapıyorlar. Dükkanlarda inanılmaz manzaralara denk geliyorum. Tüm Batılılar yan yana oturup ayak masajı yaptırıyorlar. Ama en büyük keyif masaja gidecek olmamız. Tai masajı için şimdiden programımızı yaptık. Bu kadar dolaştıktan sonra dinlenmek benim de hakkım :) Kıskandığınızı biliyorum! Hiç bir şeyi değilse bile kesinlikle masajı hayal ettiğinize eminim. Hayatım boyunca bir kez denedim ve inanılmaz rahatlatıcı buldum. Şimdi tekrar aynı tecrübeyi yaşayacağımı düşündükçe açıkçası mutlu oluyorum.  

Hatta şimdiden gevşedim diyebilirim...