Günün Sözü

Umut her daim vardır...

17 Aralık 2013 Salı

Suskunluk

Bazen sadece susmak gerekir ya... Ne diyeceğinizi, ne tür cümleler kuracağınızı bilemezsiniz... İşte böyle bir durumdayım ne zamandır. Yazacağım... Tekrar yazacağım da, biraz zamana ihtiyaç var... Hele biraz dinginleşsin her şey. Ben sindireyim her şeyi, işte o zaman tekrar devam edecek her şey eskisi gibi. 

Zaten başka da çare var mı? Her şeye rağmen, tüm kötülüklere, tüm kötü şeylere rağmen hayat devam ediyor... Acı bir şekilde de olsa devam ediyor işte...

20 Kasım 2013 Çarşamba

Kendimi anlatmak zor

Bir kaç gündür canım sıkkın, kendimle hesaplaşmalardayım ya... Hala irdeliyorum kendimi.

Sevmediğim yanlarım var. Sanırım herkesin vardır. İnsanları mutsuz edecek derecedeki kötü taraflarımı yontmaya, elimden geldiğince yok etmeye çalışıyorum. Elimden geldiğince, saygılı, ön yargısız, eşitlikçi ve terbiye sınırları içinde olmaya çalışıyorum. 

Fevri biri olduğumu biliyorum, bazen ani çıkışlarımın olduğunu da. Ama hiç bir zaman kişisel olmamıştır bu çıkışlar. Heyecanlı bir yapıya sahibim farkındayım. Yüksek sesle konuştuğumun ve anlatım tarzımın sessiz sedasız olmadığını da biliyorum. Ama beni, ben yapan özellikler de bunlar. Bazen çok düşük sesle bir şey anlatan insanları (her ne kadar doğru düzgün duyamasam da) takdir ediyorum. Hatta çoookkk yavaş konuşan insanlara (her ne kadar o yavaşlıktan dikkatim dağıldığı için üçüncü dakikadan sonra dinleyemiyorsam da) imreniyorum. Ben de yavaş yavaş konuşayım, alçak sesle anlatayım ne anlatacaksam dediğim zamanlar oluyor. Ama o şekilde anlatmaya başladığım an, hiç bir şeyi anlatamaz oluyorum. Etkiyi vermiyor anlatmak istediklerimin. Beni nasıl etkilediğine dair göstermem gereken tepkileri tatsız, tuzsuz, ruhsuz anlatıyormuşum gibi geliyor. 

Sonra fark ediyorum ki ben böyleyim. Ben buyum! Bir başkasında düz duran ben de sakil duracaktır. Ben de düz duran bir başkasında sakil duracaktır. İnsanlar çeşit çeşit, farklı farklı. Herkesin her şeye gösterdiği tepkiler apayrı. Benim de tepkilerim, anlatım şeklim bana göre. 

Bununla ilgili ne yapabilirim bilmiyorum... Ama başkalarına bu şekilde baş ağrısı veriyorsam, rahatsız etmemek için o kişilerden uzak durmaya karar verdim. Beni ben olarak kabul edemeyenleri, benim de rahatsız etmeye hakkım yok diye düşünüyorum. Bana çok adilane ve mantıklı bir çözüm gibi geldi. 

Bu saatten sonra değişemem ki... Başkalarına zarar veren şeyler yapıyorumdur bunu değiştirmeye, yok etmeye çalışayım ancak kişiliğimin bir parçasını nasıl değiştirebilirim ki? 

Aynı şeyi farklı yapan yüzlerce insan var, hepsini bir standarda oturtmaya kalksak o kişilerden böyle bir şey istemek haksızlık olmaz mı? Herkesin yürüme şekli, konuşma şekli, davranış şekli başkadır. Benim de kendime özgü tavırlarım var. Hepsini sevdiğimi iddia etmiyorum ancak beni kabul eden de ona büyük felaketler getirmeyecekse bu şekilde etmeli diye düşünüyorum. 

Anlatacak çok şey var da kısa kesmek en iyisi...

Söylemeden edemeyeceğim;

"Verdiğimiz rahatsızlıktan ötürü özür dileriz..." 

 


18 Kasım 2013 Pazartesi

Kalbim Kırık




30 senedir görüştüğünüz insanların sizi aslında hiç tanımadıklarını farkettiğinizde ne hissedersiniz?

Ya da belki tanımışlardır da bir türlü sizi, siz olduğunuz için kabul edememişlerdir. Kendilerine göre bir siz yaratma çabalarının, sizi sürekli yerden yere vurmak olduğunu sanmışlardır.

Kalp kırmamak, gönül kırmamak için suskunluğa sarıldığınızda karşınızdakinin kendini haklı görmesi karşısında ne yaparsınız?

Sadece arkadaşınızı sevdiğiniz ve onunla vakit geçirmek istediğiniz için ne kadar küçümsenmeye katlanabilirsiniz?

Arkadaşınıza duyduğunuz sevginin bedeli her defasında kişiliğinizin yerle bir edilmesi midir? Kendinizi toparlamak için her defasında kendi kendinizi iyileştirme çabalarına girmek midir? Bir insan kaç defa kanar, kaç defa yaralanır?

Kalbim kırık... Öyşe aşk acısı falan değil bu...

Bu sefer ki;

Dost acısı...

 

15 Kasım 2013 Cuma

Bu ülke bana ne verdi?

Bu ülkede herkes politikayı çok iyi bildiğinden! çok konuşan var farkındayım. Ancak çoğunun boş boş konuştuğunun da farkındayım. 

Ananemin deyimiyle özellikle "Devletin Başı" kadar boş konuşan birini hiç görmedim. Bu nasıl bir kadın düşmanlığıdır aklım almıyor. İstediğinin sadece kadını ortalıktan yok etmek olduğu aşikarken o dürüstlük timsali "Vallahi öyle bir şey yok, biz kadına değer veriyoruz" safsataları vahamet ötesi bir durum. 

43 yaşındayım... Bu kadar sene içerisinde dürüst ve doğru bir vatandaş olarak yaşadığımı düşünüyorum. Herhangi bir suç kaydım yok, topluma karşı işlemiş olduğum bir hata yok, vergilerimi kazandığıma göre kat be kat ödüyorum, hakkımda yanlış yaptığıma dair tek bir konu bulunamazken bu ülkede olup bitenler nedeniyle ben suça teşvikte bulunursam şimdi bu benim mi kabahatim olacak?

Bu Devlet beni koruyor mu? Bu Devlet benim başıma bir şey geldiğinde beni koruyup kollayacak mı? Bu Devlet ben ortada kaldığımda bana sahip çıkacak mı? Bu ülkede Devletin Başı'na karşı yapılan en küçük eleştiride herkes hoplayıp zıplarken, bunun suç teşkil ettiği söylenirken ve bunun akabinde hiç bir şekilde can güvenliğiniz olmazken, benim canım yandığında ağzımdan çıkacaklardan dolayı neden ben suçlu oluyorum? Beni kendileri suça iterken sorumluluğu neden üstlenmiyorlar?   

Bu ülkede olup biten yanlışların hangi birini sayayım? Her gün başıma bir şey geliyor, her gün "Allah kahretsin! Bu ülkede hiç bir şey düzelmez" deyip yılgın bir halde olanı kabullenerek yaşamaya devam ediyorum. Ben bu ülkede mutsuz, huzursuz, özgürlükten uzak, hakkını arayamayan ve ararsa da başı mutlaka derde girer korkusu içinde yaşayan bir bireyim. Aldatılıyorum, ahlaksızlıkla karşılaşıyorum, soyuluyorum ama beni koruyan yok. Neden? Çünkü zart zurt konuşmalarına rağmen Sosyal bir Devlette yaşamıyoruz. 

1 seneyi aşkın bir süredir kullanmadığım bir banka hesabımda borç çıktı. Bilirsiniz şirketler çalışanlarının maaşlarını Bankaya yatırırlar. Her şirketin çalıştığı banka ayrı. Her defasında yeni bir yerde hesap açıyorsunuz. Daha önce çalıştığım firmada açtırdıkları Garanti Bankası hesabımı çoookkk uzun bir süreden beri kullanmıyorum. En son ben kullanmayı bıraktığımda dahi hesap (+) artıdaydı. Sanki Şeytan dürttü. (Aslında ona Melek demek lazım) İnternetten hesaba girip bir bakayım kapanmış mı diye düşündüm ve kontrol ettim. Borç çıktı! Sebep? Kullanmadığım hesaptan her ay İşlem ücreti adı altında tahsilatlar yapılmış, aylarca devam etmiş haberim olmadığı için faiz bindirilmiş ve böylece bugün itibariyle 50 TL borcum olmuş. Rakam büyük değil. Ama belki de büyük! Bu da göreceli bir düşünce. Benim sokağa atacak 5 Liram bile yokken neden 50 Lira ahlaksız ve soyguncu bir bankaya vereyim. Telefon açıp "bu nedir kardeşim? Kullanmadığım bir hesaba neyin işlem ücretini alıyorsunuz da beni borçlandırıyorsunuz?" dediğimde aldığım cevap "ama sözleşmede yazıyordu, her ay alınır." 50 bin sayfalık minik yazılardan oluşan sözleşmeyi kimsenin oturupta günlerce okuduğu yok, her şeyi söylüyorsunuz bıdı bıdı,  müşteriler için önem teşkil eden böyle bir şeyi neden söylemiyorsunuz? Hepsini geçtim 1 sene olmuş, bu hesapta hiç bir hareket olmamış, hatta hesaba hiç girilip bakılmamış bile, banka olarak görevin hiç değilse 3-4 ay sonra müşteriyi arayıp uyarmak değil midir? Ben nasılsa o hesapla işim yok deyip unutsam, senelerce bakmasam ne olacak? 2-3 ay kullanılmayan telefon hatları otomatik olarak iptal olurken kullanılmayan banka hesapları neden iptal olmuyor? Bu Banka durduk yerde benden bu parayı aldığı zaman soyguncu olmuyor mu? Bu Devlet benim hakkımı nasıl arıyor? Vatandaşını birileri soyarken o hala neyin derdinde? Bildiğin aldatılıyorum, nasıl oluyorda buna göz yumuyor? 

Kardeşim benim namusumu bana bırakın ben sahip çıkarım, sen benim haklarımı koruyabiliyor musun onu söyle bana? Bu ahlaksızlık değil midir? Resmen soyuluyorum, bu kanuna aykırı değil midir? Beni koruyacak ne yaptın sen?

Bir kaç sene evvel evime hırsız girdi, günlerce korkudan uyuyamadım, ya tekrar girer, tepemde biri dikilirse diye. Karakola gidiyorum gerekli formları doldurmaya, "bulun bu hırsızı" diyorum aldığım cevap "Hanımefendi ben polisim, benim evime de girdi hırsız, ne yapalım? "oluyor. "Bana ne, senin evine de hırsız girdiyse? Bu mu beni rahatlatacak? Vay be! Polisin evine bile hırsız girmiş, e iyi, peki o zaman, bana her durumda girer, boş ver, hayatına bak kızım!" mı diyeyim? Bu mudur örnek olan şey? Verdikleri örneğe bak! Benim can güvenliğim yok, mal güvenliğim yok, kişilik haklarımın güvenliği yok! Yok oğlu yok bu memlekette. Şimdi ben memleket düşmanı olunca ben mi kabahatli oluyorum? Keskin bir bıçak üzerinde yaşıyorum. Tek başına ayakta kalmaya çalışan bir kadın olarak ama öncesinde bir insan olarak, korkularla ve çekincelerle, paranoyalarla yaşıyorum. Hakkınızı aramaya çalışsanız, uyguladıkları bürokratik işlemlerle zaten sizi yıldırıyorlar, Allah sizi bildiği gibi yapsın deyip bırakıp dönüyorsunuz.

Şimdi ben bu dolandırıcı bankayı Tüketici Hakları Derneğine şikayet edeyim, kim bilir kaç telefon görüşmesi yapacağım, kaç sayfa yazı yazacağım. Takip etmek için günlerce nasıl uğraştırılacağım, sonrasında zaten yoğun olan iş hayatınızda yılacağınız için lanet olsun deyip pes edeceksiniz. Hikayenin sonu belli. Farkı bir son mu olacak sanki? 

Gelip beni tutuklayacaklar mı? E buyursun gelsinler.... Allah belanızı versin! Nefret ediyorum bu ülkeden de, ülkedeki sahtekar zihniyetten de, dolandırıcı mantaliteden de, ahlaksız yaklaşımlardan da, duyarsız Başlardan da, arsız konuşmalardan da, yüzsüzce edilen laflardan da, göz göre göre sarf edilen yalanlardan da... Allah belanızı versin hepinizin!  

Sosyal Hukuk Devleti istiyorum... Haklarımın gözetildiğini bilmek, korunduğumu hissetmek, bu ülkede yaşamaktan memnunum demek istiyorum. Çok şey istediğimi sanmıyorum! Çok şükür çalışıyorum, elim ayağım tutuyor, sağlığım yerinde kimseye muhtaç kalmam inşallah, kimseden de para pul istemiyorum. Ama çok şey istediğimi de sanmıyorum. 

Sadece insan olarak, insan gibi yaşamak istiyorum. Bu kadar zor mu bu ülkede bunu istemek?    


  

14 Kasım 2013 Perşembe

Plaza Saçmalıkları

Plazalar hakkında herkesin aşağı yukarı bir fikri vardır. Dışarıdan baktığınızda o ihtişamlı koca koca binalar,  yapay aydınlatmaların da yardımıyla epey ışıltılı, size "Waoovv" dedirtecek ulaşılmaz yerler gibi görünür. Tecrübelerime dayanarak söylüyorum!  İlk başta herkeste bu etkiyi yapar...  İçine girdiğinizde de göründükleri ihtişamlıkla boy ölçüşecek boyutta sizi hayal kırıklığına uğratırlar. Elbette bunda binaların suçu yoktur. Neticede hepsi beton, çelik ve camdan yapılmışlardır. Size bunu hissettiren içindeki insanlardır. Eminim psikolojide açıklaması olabilecek bir algıyla, doğrusu böyle ihtişamlı yerlerde hep ihtişamlı insanlar bulunur sanırsınız. Eğitimli, okumuş, oturmuş, belli bir birikim edinmiş, hayatta bir çok şeyi aşmış, neredeyse biraz da bilgeleşmiş, asil görünümlü, mütevazi ancak disiplinli, güleryüzlü ama samimiyeti nezaket sınırlarında olan, herkesi etkileyen kalitede birileridir sanırsınız buradakileri. Anlayacağınız binaların ihtişamlığı ister bunu. Hani olmazsa olmazı gibi görünür bu durum. Ama dediğim gibi durum hiiiççç öyle göründüğü gibi değildir. 

Freud hala hayatta olsa bununla da ilgili bir şeyler söylerdi sanırım.  Plaza kompleksi adını verir miydi bilemem ama benim teşhisim bu yönde. Plaza insanlarının hepsinde görünen bir "plaza kompleksi" vardır. Yakın zamanda psikologlar ve kişilik analistleri tarafından araştırılmaya ve incelenmeye başlanacak bir davranış şeklidir bu. Göründüğüyle yaşadığı aynı olmayan anlamında mesela! 

Dışarıdan baktığınızda hepsinde sahte bir kalite vardır. Üzerlerinde çok iyi taşıdığını sandıkları takım elbiselerinin içindeki adamlarla, şık olduğunu düşündükleri giysilerin içindeki kadınlar dünyayı kendileri yaratmış gibi bir duruş sergiler bu binaların içinde.  Hepsi hasbelkader bir okulu bitirmiş olduklarından Üniversite bitirenin mutlaka muhteşem bir imajının olduğunu düşünürler. Sanki hepsi Harvard Hukuk  ya da Yale ekonomi mezunu. (Daha farklı okul ve bölümler de sayabilirim şimdilik kısa kesmek maksatlı uzatmıyorum!)  Hal böyle olunca insan tavırlarında da belli bir düzeyin üstünde aksiyon bekliyorsunuz. Mesela, güleryüzlülük, nezaket, selamlaşmak, hitap şeklinde belirgin bir kibarlık, çevresine karşı duyarlı, insanlara yaklaşımı etkileyici ve saygı uyandırıcı, görgülü, ahlaklı vs vs vs. (Bu liste de uzar gider, bunu da kısa kesiyorum) 

İşte böyle insanların içinde, en az 10 yıldır aynı binada çalışmış, her gün gördüğü ancak yokmuş gibi davrandığı güvenlikteki ya da danışmadaki insanlara selamı çok gören insan sayısı azımsanacak gibi değildir. Hatta tam tersini yapan insan sayısı parmakla sayılacak kadar azdır. Hatunlar en kırıtkan halleriyle korkunç amatör makyajları ve uyumsuz kıyafet seçimleriyle neredeyse baş ağrısı yaratacak görünümdedirler. Aynı asansöre binip aynı yüzü her gün gördüğü halde ilk defa görüyormuş gibi davranıp selam vermemek için havalara bakanlar mı, sabah yediği sarımsaklı yiyecek (artık sucuk mu yer, salam mı bilemem, zengin ya bunlar, sofralarından eksik etmezler şarküteri ürünlerini ama hafta arası kokar mıyım acaba diye düşünme yetileri yoktur o ayrı) yüzünden o asansörü korkunç bir kokuya boğanlar mı, gördüğünüz aynı yüzlere sırf nezaketinizden selam verdiğiniz için sizin ondan hoşlandığınızı düşünüp peşinize düşen amele ruhlu erkekler mi, ( bu da neyin aklıdır çözemedim bir türlü, sırf bu yüzden beni de kendilerine benzettiler, selam veremez oldum ya tebrik ediyorum hepsini) evinizde temizlik yaparken dahi giyinmeyeceğiniz kıyafetleri üzerine geçirip gelen zevksizlik abidesi hatunları mı, hadi metroda alıştık, eğitim seviyesini ortalamaya bölersek orada karşılaştığımız insanlara önce ineni bekleyin, sonra binersinizi anlatmak hakikaten güç de, Plazadaki asansörlerden ineni beklemeden içeri dalmaya çalışan üniversite mezununu mu, açıp çıktığı kapıyı arkasından geleni gördüğü halde tutmayıp, suratına çarptıranı mı, hangi birini size anlatayım bilemiyorum... Hepsini geçiyorum, artık kabullendim ki bizim insanımızdan Plaza insanı olmaz!!! Ancaaaak nedir bu kadınların tuvaletlerde saatlerce süslenme seansları kardeşim? 

Her sabah aynı krizi yaşıyorum. Sinirimi anlatmaya, öfkemi tarif etmeye kelime yok. Her sabah 15 dakika erken kalkıp makyajını, saçını başını evde yapması gereken o süslü hatunların, sanki plaza tuvaletleri onların yatak odalarının özel tuvaletiymiş gibi evlerinden saç kurutma makinesinden, maşalara kadar sahip oldukları bilumum aletleri getirip, tüm makyaj malzemelerini bir yelpaze şeklinde yayıp her gün, evet evet abartmıyorum her gün! saatlerce o tuvalette sanki çekime çıkacakmış gibi makyaj seansı düzenlemesine bir anlam veremiyorum. 

Tuvalet denilen mekan insanların özel alanıdır. Erkekleri bilemem ancak kadınlar öyle birbirlerinin pipilerine bakıp hangisi daha uzun yarışması yapmaktan hoşlanan canlılar olmadığından daha mahrem bir şekilde tuvalet kullanımı isterler. Her sabah büyük bir sıkıntıyla gittiğim tuvaletten bildiğim tüm küfürleri ederek çıkıyorum. Hali hazırda yan kabinde birileri varken tuvalete girmek inanılmaz rahatsız edici bir şeyken ve bir an evvel yandakinin çıkmasını bekleyip tuttukça tutarken çişinizi, her an bağırsak düğümlenmesi, böbrek sorunları ya da mesane esnemesi gibi bir hastalıkla karşı karşıya kalacağınız riskini de taşırken, o tuvalette saatlerce saçını maşalayıp, 2 saatte makyajını tamamlayamayan kadın bozmalarından gerçekten yıldım. O kadar süsüyle uğraşınca sanırsınız ki Plazalardaki hatunlar hijyene çok dikkat eden, temiz pak canlılar! Burada yüksek sesle hah haaayyyttt diye gülesim var... Buralardaki tuvaletlerin Taksim Meydanındaki herhangi bir umumi tuvaletten daha beter halde olduklarına büyük bir gönül rahatlığıyla bahse girerim. Yerlerde etrafa saçılmış tuvalet kağıtları mı, kullanılmış pedlerin hiç bir anlam ifade etmeyen şekliyle çöp kovasında değil de yerlerde olması mı, içlerine düşen saçlarını almadıkları için lavaboların rezil halde bırakılması mı, sadece tek bir dokunuşla sifonu çekebilecekken sanırım parmağının incinmesinden korkup içine ettiği tuvaleti öylece bırakanı mı, sanki uzaktan basket atmak istemişlerde bir türlü sepetin içini tutturamadıklarından etrafta top top kalmış el kurulama havlularını mı, dişlerine o kadar özen gösteriyorlar ki zırt pırt dişlerini fırçaladıklarından lavabonun her yerine bulaşmış olan diş macunu artıklarını mı, doğru düzgün kullanımını beceremediklerinden akıttıkları ve lavabonun yanından aşağı doğru yol yol giden sıvı sabunları mı, daha neyi anlatayım size bilemiyorum. 

O maşaları alıp onların ellerine yüzlerine bastırasım var. Sen saçını başını maşalayacağına önce adap erkan öğren diyesim var, ancak sorun şu ki, o üniversite mezunu ve süsünden tafrasından çoookkk kaliteli olduğunu düşündüğünüz hatunlar böyle uyarılarda birden bire 180 derecelik bir dönüşle, aklınızın dahi alamayacağı şekliyle inanılmaz yırtıcı kenar mahalle dilberlerine dönüşebiliyorlar. Hepsi Terminatör filmindeki şekilden şekile giren sahte karakterler gibidir. Dolayısıyla önünüzde iki seçenek oluşuyor, ya onlar gibi olacaksınız ya da onlardan uzak duracaksınız! 

Ancak her geçen gün daha da büyük bir inançla fark ediyorum ki; bu ülkeye üniversite mezunları değil, toplumda nasıl yaşanması gerektiğini bilen insanlar lazım. Ayrıca acilen ilkokul düzeyinde Adab-ı Muaşeret derslerinin müfredata konulması lazım! 

Plaza insanıyla kenar mahalle insanın hiiiiççç bir farkı yok. O yüzden kimse havalara girmesin. Dışarıdan görünen o ihtişam, ışıltı, binalardan, binalardan!! !               






13 Kasım 2013 Çarşamba

Hayal Kurabilsem ya!




Enerjim o kadar çekilmiş ki uzun süredir hayal kuramadığımı fark ettim. 

Acaba diyorum, hayal kurabilmek yaşla mı alakalı yoksa ruh haliyle mi alakalı? 

Küçükken de, ergenlik döneminde de hayallerim vardı. Uyumadan önce en sevdiğim şeydi hayal kurmak. Aslında bilirim gerçekleşmeyecek ama olsun, kısacık bir süre de olsa, ihtimaliyle mutlu oluyorum ya, yetiyordu bana... 

Hayal kurabilmek güzel şey aslında. Kurduğunuz hayallerin illaki gerçekleşmesi gerekmiyor...  İhtimali bile bizi mutlu ediyor ya, önemli olan o. 

Şöyle oturdum, düşündüm ne zamandır hayal kuramadığımı fark ettim. Acaba dünyadan el ayak mı çekiyorum? Yoksa artık umudumu mu yitirdim? Ya da hiç bir şeyin önemi mi kalmadı hayatımda? Çıkamadım işin içinden anlayacağınız. En mantıklı açıklama; enerjimi yirtirmişim hayata karşı. 

Belki de yeni bir başlangıç yapmak gerek. Hayatımda köklü değişikliklere gidip, başka başka seçenekler çıkarabilmeliyim karşıma. 

Bir şeyi kırk defa dersen olurmuş dedikleri gibi ben de burada diye diye inşallah hayatımda yeni bir dönem açacağım. Beni bağlayan tüm iplerden, alışkanlıklardan kurtulacağım ve yeni bir evre başlatacağım hayatımda. İnşallah! Sık sık söylersem yakında ben de inanacağım umarım...      

Tüm bu değişiklikler için cesaret gerek elbette. Korkak olduğumdan değil mesele;  sorun sağlam basmaya çalışmakta. 

Cesaret adını verdiğimiz erdem, başıboş bir kahramanlık, anlamsız bir atılganlık ve cüretkârlık, her tehlikeyi düşüncesizce göğüsleme olmayıp; neden korkulup neden korkulmayacağına, neyin göğüslenmeye değer olup, neden kaçınmanın iyi olacağına ilişkin bilgiden başka bir şey değildir,  demiş Sokrates.

Üstat hislerime tercüman oluyor işte. Yanlış adım atmamak, iyice tartıp biçmek için belirli bir süreyi kurban ettim çaresi yok. Hesabı iyi yapmak gerekiyor. Ani kararlar verip sonrasında sorunlarla boğuşmak çok da akıllıca olmayacağından, Üstadı dinliyorum ve Cesaret konusunda erdemli davranmaya çalışıyorum. 

Tamam, peki kabul ediyorum; kesin alınacak kararlardan önce biraz beklemek ve zamanı değerlendirmek gerek.  Ancak bu süreçte birazcık da olsa hayal kurabilsem ya! 



12 Kasım 2013 Salı

Herkes ölür ama herkes yaşamaz




"Death is more universal than life, everyone dies but not everyone live." 
"Ölüm yaşamdan daha evrenseldir, herkes ölür ama herkes yaşamaz" demiş Andrew Sachs. 

Bugün aklıma geldi yine... İş yerinde bir arkadaşımın babası vefat ettiği için bugün bir cenazeye katıldım ve yine bu söz geldi aklıma.  

Son zamanlarda "Criminal Minds" girişleri yapar oldum. Dizinin her bölümüne bir alıntıyla başlarlar sonra da bir alıntıyla bitirirler... Ben de kendi Suçlu Zihnimi döküyorum buraya. Aslında daha yazabileceğim çok şey var da, kontrolü elden bırakmamaya çalışıyorum...  

Bazen tek bir cümle anlatmak istediğimiz onlarca cümleye eş oluyor, öyle değil mi? 

İşte bu da onlardan biri... Kabul etmemiz gereken bu gerçeklik aslında. Hepimiz öleceğiz işte! Ama kaçımız "yaşadım!" diyeceğiz. Yaşamak derken öyle nefes aldım verdim, yedim içtim, değil benim dediğim. Kayda değer ne yaptık? Yaşadık dedirten ne yaptık? 

Biliyorum çok idealistçe geliyor... Biliyorum çoğunuz gülüyor, alay ediyor... Biliyorum çoğu kişi "eee daha ne yapacaktık ki?" diyor... Ama bence yaşamak, öyle biraz şurada hoplayım, biraz da burada zıplayım, biraz burada yiyeyim, biraz da şurada içeyim değil işte. Yaşamak demek, hayallerinin peşinden gitmek, kendi hayatını başkaları için değil kendin için yaşamak demek. Yaşamak demek, tıpkı Jonathan Livingstone gibi korkulardan arınıp, etrafındaki canlıların cesaret edemediği bir yüreklilikle kanatlarını başka diyarlara çırpmak demek. Sırf etrafındakiler başka türlüsünü bilmiyor, yapmıyor diye senin de onlarla aynı şeyleri yapman değil, farklılaşabilmen demek. 

Son yıllarda etrafımdaki herkes o kadar mutsuz ki... Kimi zaman buna ben de dahilim... Kısmen mutsuzluklarımın çoğunu özümseyip içimde yok edebiliyorum. Çünkü beni herkesten ya da her şeyden izole eden güzel bir evim var. Oradaki mutluluğumun ifadesi az gelir herhangi bir kelimeyle anlatmaya. O yüzden belli bir kelime kullanmakta zorlanıyorum...  Sanırım oradaki mutluluğum "Özgürlük"'le eş anlamlı. Bir köleye verilen özgürlük onu ne kadar mutlu ederse işte benim mutluluğum o derece. Bilmem anlatabiliyor muyum?  

Sanırım insanların gerçekten! yaşayabilmesi için gerçekten! özgür olmaları gerekiyor. Özgürlüğün kısıtlaması öyle cezaevleriyle, hücrelerle de olmuyor her zaman. Çoğunlukla buraların dışında olan insanlar oralardakilerden daha fazla özgürlükten mahrum haldeler. 

Son 6 yıldır yalnız yaşıyorum ve hayatımın ondan önceki 35 yılında yaptığımdan daha fazla şey yaptım kendim için. Bedelleri oldu elbette. Tek başına ayakta kalmaya çalışmak hiç bir zaman kolay olmaz. Ancak bir şeyi çok istiyorsanız matematiğini de ona göre yapmanız gerektiğini hatırlatmak isterim. 

"Liberty means responsibility. That's why most men dread it." demiş George Bernand Shaw. Özgürlük sorumluluk demektir, bu yüzden çoğu insanın ondan ödü kopar demiş yani. İşte insanlara bu sorumluluk duygusu öyle ağır gelir ki azıcık bir yük taşımanın zoruna, tüm hayatlarını başkalarının ellerine bırakırlar. Sonra da yana yakıla mutsuzluklarını anlatırlar. Sorumluluk denen şey bence; her insanın öncelikle kendine karşı olan sorumluluğudur. Eğlenmek, gezip tozmak herkesin hakkı, herkesin de belli bir süre yapması gereken şey aslında. Ama bazen hayatlarını bunlar üzerine kuran insanlara anlam veremiyorum. Maalesef ki çok şey hayatta paraya bakar. Ki buradaki garip ironi ise; parası olanın hayata dair bir halt edememesi, parası olmayanın da bir çok idealistçe hayalinin olup bunları gerçekleştirecek parasının olmayışıdır. Buna söylenecek bir söz bulamadım henüz. Gerçi var da burada yazmak uygun düşmez! 

Durumları genelleme yapmak istemem hiç bir zaman. Herkesin gerçeği herkese sonuçta. Genelleme belli bir kalıba oturtur herkesi, oysa her bireyin farklı hikayesi olur, değil mi? Ancak bilmem farkında mısınız kimsenin farklı hikayesi yok!  Hep aynı hikayeleri dinliyoruz. Minik değişikliklere rağmen hikayelerin hepsi neredeyse aynı... Birbirinin benzeri hüzünlü öyküler... Herkesin ayağında ağır bir taş, denizin dibine doğru sürükleniyorlar... Herkesin etrafında onca insan ama öyle yalnızlar ki. Öyle yalnızız ki... 

Ölüm herkes için var da, galiba önce yaşamayı bilmek lazım. Hakkını vermek lazım hayatın. Hakkını vermediğimiz de yaşamın, kış ortasında kalmış yalnız kurt gibiyiz... Hepimiz... 




8 Kasım 2013 Cuma

Sizi Ördekler Sizi...


Amerikalı Senaryo yazarı Teena Both demiş ki; "Kuğu sürüsünün içinde çirkin ördek olmaktan daha kötü bir şey varsa, o da arada fark yokmuşçasına Kuğu gibi görünmeye çalışmaktır."

Şimdi dönün etrafınıza şöyle bir bakın... Kuğu olduğunu sanan kaç çirkin ördek var sizce etrafınızda. Sizi Kuğu olduğuna inandırmaya çalışan... Kendini bu konuda çok başarılı sanan... Kimsenin gerçeği göremediğini düşünen... Hatta bırakın sizi inandırmayı hakikaten kendisi dahi Kuğu olduğuna inanan... Kaç kişi var sizce? Şaşırtıcı değil mi? Fark ettiğinizden daha fazlalar. 

Bir kaç gündür kendini Kuğu sanan bir ördekle uğraşıyorum. Aslında bir kaç haftadır. Henüz ördek olduğunu kabul edemeyen bir primat. Henüz primatlıktan dahi çıkamamışken bir de Kuğu olduğunu sanan bir canlı türü   
Eminim çoğu zaman size de oluyordur. Aklınızdan geçenlerle realitede yapabildikleriniz bir türlü birleşmiyor. Hani bazı filmlerde bir sahne akışında, görüntü aniden değişir ve sizi bile şaşırtan bir farklılıkla o anda ekrandaki kişi hiç beklenmedik bir şekilde karşısındakine pata küte girişir ya, işte benim de aklımdan o tür görüntüler sıklıkla geçiyor. Mesela şöyle afililisinden bir Osmanlı tokadını büyük bir keyifle patlatmak istiyorum o mahlukata. Hatta sakin sakin karşısında dururken elimin tersiyle en güzel senfonide bile duyulamayacak bir tonlamayla bir tane daha patlatmak istiyorum. 

İşte insanlardaki şiddet eğilimi bu şekilde başlıyor. bir şekilde zıvanadan çıkıyorlar, sonra elin içi dışı şak şak şak çalışmaya başlıyor. 

Tamam, Pekala... Saçmaladığımın farkındayım. Ama ben de sıradan bir yaratığım, öyle değil mi? Benim de arada saçmalamaya hakkım var. Tüm dünya saçmalarken benim aklı başında davranmamı beklemek bencillik olur zaten. 

Demek istediğim şu; Sizi geri zekalı ördekler! İstediğiniz kadar -mış gibi yapın, istediğiniz kadar Kuğu sürüsünün içinde kalın, istediğiniz kadar rol yeteneğinizi kullanın, kendinizi parçalasanız da Ördeksiniz işte! Kuğu olma ihtimaliniz yüzde 1 bile olası değil. Artık ne kendinizi ne de etrafınızdakileri kandırmaya çalışın. Hiç bir zaman olamayacaksınız da.  

Ve bir de artık şu Game of Thrones sendromundan da çıkın. İktidarı ancak onu hak eden ve taşıyabilecekler kazanabiliyor. Her önüne gelen iktidar olabilseydi etraf Kuğu kılığındaki Ördeklerden geçilmezdi. Şu andakiler bile ziyadesiyle bezdirmişken, daha fazlasına tahammül edebileceğimi sanmıyorum. 



   





7 Kasım 2013 Perşembe

İki Yüzlülük Ancak Bu Kadar Olur


Paralel evrende yaşıyor gibiyim.Türkiye'deki yöneticilerin şu an ki durumu ve iş yerimdeki şu anki durum aynı paralellikte gidiyor. Sanki iki evren arasında gidip geliyor gibiyim. Ya da burası aslında Hükümetin prototipi diyelim. Hükümette kendilerine yönetici ve yetkili diyen şahısların fütursuz tavırları ve küstahlıkları, içinde bulunduğum topluluktakilerle aynı eşitlikte sergileniyor. 

Birkaç günden beri gündemde olan öğrenci yaşayış şekli ile ilgili saçma sapan yorumlar ve bu konuda sarf edilen futürsuz laflar nasıl şaşırtıcıysa, alınan tavır, gösterilen tutum neredeyse buradakilerle aynı kulvarda sahne buluyor. 

Kızlı erkekli öğrencilerin aynı evde kalamayacakları (aslında aynı yurtta kalamayacakları) konusunda ortaya yine bir laf atıldı, iki gündür tartışılıyor. Çoğu zaman insanların yaklaşımlarına hayretler içinde kalıyorum. Ülkede kadınlara karşı o kadar büyük haksızlıklar, yaptırımlar, aşağılamalar yapılıyor ki bir Allah'ın kulu ses çıkarmazken hangi yüzle namus bekçiliğine soyunuluyor anlaşılır gibi değil. 

Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu tam burada söyleniyor... Sen onca kadının canına okunmasına göz yum, tecavüze uğrayan onca kadına hak ettiği adaleti sağlama, onca kız çocuğu sübyancılarla evlendirilsin ses çıkarma, kadın dövülsün, öldürülsün, tacize uğrasın, tecavüze uğrasın eyvallah de geç, şimdi kalk öğrenciler kızlı erkekli aynı evde, aynı yurtta kalamaz bu uygun değil cümlelerini büyük bir fütursuzlukla dile getir. Bu nasıl bir riyakarlık, nasıl bir adalet anlayışı, nasıl bir yöneticilik zihniyetidir anlaşılır gibi değil. Kimdir bu cesareti bunlara veren, bu derece cahilane yaklaşımı uygun gösteren gerçekten ama gerçekten çok merak ediyorum. 

İnsanların ayarı bozuldu.  Artık sevgi, aşk, paylaşım korkulur hatta kesinlikle karşı çıkılır şey olurken, şiddet, dayatma, aşağılama neredeyse takdir edilir ödüllendirilir şey haline geldi. Nedir bu insanlardaki akıl tutulması aklım almıyor. 

Gençliklerini yaşayamamış insanların öyle bir hırsı var ki günümüzde, inadına şimdiki nesil de yaşamasın istiyor. Bu tıpkı şuna benziyor. Yirmili yaşlarda gezmek, arkadaşlarımla beraber vakit geçirmek konusunda annemle tartışırken "Ne var ki ben de gencim, ben de gezmek istiyorum" dediğimde aldığım cevap şuydu "Ne olacakmış? Ben gezdim mi ki siz de gezesiniz?" Bu soruya verilecek mantıklı hiç bir cevap yok! Söylenecek her söz bu soruyu soran akla anlatılamaz! O yüzden boşa konuşulmuş olur. Tıpkı filozofun da dediği gibi sen ne kadar bilsen de ancak karşınızdakinin anlayacağı kadar bilgilisindir! İstersen göbeğini çatlak o seni anlamayacak. Kör doğmuş birine renkleri anlatamazsın, gökkuşağının etkisini ne yapsan hissettiremezsin. Karanlıktaki birine engin denizlerin mavisini, güneşin parlaklığını, ormanların yeşilini gösteremezsin. 

Cinsellik konusunda da baskılarla, engellemelerle, yasaklarla büyümüş birine bunun normal olduğunu, büyütülecek bir konu olmadığını anlatamazsın. Çünkü onun aklı fikri sadece uçkurdadır. Bu insan doğasının en basit gerçeğidir. Sen ona neyi yasaklarsan onun aklı sadece ona takılır. Evde damacanalarla su olsun canın istemez, sular kesilsin bir de evde su olmasın sürekli su içesin gelir. Yok ya! İlla içesin gelir. Bu her şey için böyledir. İnsanoğluna sen yasakla, onun istekleri dağları aşar! 

Zamanında yaşanmazsa bir şeyler, o açlık her zaman o insanda olur. 

Hükümetin başı göreve geldiğinden beri elin uçkuru derdinde. Millet uzaya gitti, biz hala mal malafat derdindeyiz. Ne dertmiş kardeşim, bir çözümüne ulaşamadılar. Kadınları saklayarak çözüm bulacaklarını sanıyorlar ama o kafadaki zincirleri kırmadıkları sürece daha çooookkkk buna takılır kalırlar. 

Bir de çok modern, anlayışlı, bilgili gibi davranmıyorlar mı asıl ona ifrit oluyorum. Sorsan, Allah için iyi niyetliler!! bla bla bla. Kesinlikle kız çocuklarını düşünüyorlar!!! Ben anladım hepsini... Hepsi evlerindeki aynaları kaldırmış boş duvara bakıyor her gün... Çünkü mümkünü yok, her sabah aynaya bakan insan bu kadar yalan dolanın karşısında kendi yüzüne bakamaz. Kendinden utanır. Hadi başkalarını kandırdın, onlar da eyvallah dedi, insan kendini nasıl kandırır ki? Kafanı istediğin kadar kuma göm, düşüncelerin, aklın seninle, gerçekten istediğin şeyi başkasından saklasan, kendinden saklayamazsın ki! Bu ikiyüzlülük karşısında kendilerine yaptıkları açıklamayı hakikaten merak ediyorum.

Bulunduğum yerdeki insanlarda böyle işte. Tam Game of Thrones kitaplarının içindeyim. İktidar savaşları öyle hazince sürüyor ki burada, insanların başkalarını kandırma çabasındaki zavallılıklarını gördükçe kendilerine yaptıkları açıklamaları hakikaten merak ediyorum. 

En kötüsü de; bir tek kendilerini akıllı, dünyanın geri kalanını aptal sanmaları...   


6 Kasım 2013 Çarşamba

Happy Birthday to me :)


Bugün benim doğum günüm!... Kutlamaya aşağıda size de anlatacağım gibi dünden başladım. Aslında başladılar! 

Doğrusunu söylemek gerekirse ben çok sevmem doğum günü kutlamayı. Dikkat çekmekten hoşlanmadığım için, ilgi odağı olmak elimi ayağımı birbirine karıştırır. O yüzden mümkünse sessiz sedasız atlatmaya çalışırım. İnsanların benim için masraf yapmasını, zahmete girmesini de istemem. Üzülürüm. Elimde değil. Biliyorum çok yanlış ancak insanın kendini değiştirmesi, çok kolay olmuyor. Eğitmeye çalışıyorum kendimi. 2 sene evvel Sam'in kalbini manasız bir şekilde sırf bu yüzden kırdığımdan beri kendimi frenliyorum. Hiç bir kötü hissetme senin için değerli birini kırmaktan daha kötü hissettiremez. Onu anladım. O yüzden sıkıyorum kendimi. Artık kalp kırmamaya çalışıyorum. Birileri kutlayacaksa olabildiği kadar uymaya çalışıyorum, naiflikle karşılamaya çabalıyorum ortamın tadını kaçırmamak için. 

Kendi kendime aslında apartmandakilerin mutlaka kutlayacaklarını düşünmüştüm. Ama açıkçası en fazla yukarı çıkarlar bir pasta alırlar ve birarada bir kaç kadeh içeriz diye düşünmüştüm. Daha fazlası için hayal gücüm çalışmıyor. Eh biliyorsunuz artık, hayal gücüm çok engin değil zaten. 

Bu arada doğal olarak bu söylediklerimi bugün akşam yapacaklarını düşünüyorum. Spor'a gittiğimi biliyorlar, akşam ben spordan geldikten sonra gelirler diye hazırlıklıyım herşeye. Ancak dün akşam olanlara hazırlıklı değildim. Kesinlikle faka bastım! Ve kesinlikle onlar da faka bastı!!! 

Akşam eve gidip duş aldım, pijamalarımı giyindim elime kitabımı aldım ders çalışacağım. Bu arada fark ettim ki su bitmiş. Su siparişi verdim. Tek sebep; eğer bu akşam gelirse bizim tayfa, su yok, geç vakitte getirmedikleri için susuz kalmayayım. Yoksa dün kendime göre su vardı evde. Siparişi verdikten 10 dk sonra unuttum elbette. Ayaklarımı uzatmış yayılmışken, kapı zili çaldı. O an apartman görevlimiz Ayşe Abla geldi diye düşündüm. Kadıncağıza parasını verecektim. Normalde camdan bakarım aşağıya, bu sefer doğrudan kapı gözetlemeden baktım. Merdivenlerin ışığı yanıyor, tamam Ayşe Abla burada herhalde deyip kapıyı açtım... Ve kaldım! ... Kapının önünde tayfanın hepsi duruyor. Birinin elinde pasta, mumu tutmuş kalmış, birinin elinde fişek, çakmağı yakacak bekliyor, birinin elinde çiçek, birinin elinde paketler. Hepimiz birbirimize bakıyoruz şaşkınlıkla. Sonra bir ağızdan konuşmalar bağrışmalar başladı. Biri diyor ki"Ne diye açtın kapıyı? Biz çalacaktık!" Biri diyor ki "Kim bastı zile?" Elif aşağıdan geliyor bağıra çağıra "Ben gelmeden başlamayın demedin mi?" Herkes birbirine karıştı. Kimse bulunduğu yerden kımıldamıyor ama herkes konuşuyor. 

Tüm sürprizi mahveden sucu ise tekrar zile basıyor. Birden şaşkınlığımdan kurtuldum otomatiğe bastım ama adamcağız başına gelecekleri bilmiyor! Herkes içeri geçerken sucu yukarı çıkıyor, biz salonda birbirimize karışmışız, sarılmalar, kutlamalar, fişeklerin yanması, mumum yakılması, hepsi aynı anda oluyor. Daire kapısı ardına kadar açık, benim kucağımda bir buket çiçek deli dana gibi manasız ortada dönüyorum ama yaptığım bir şey yok. En sonunda sucuyu hatırladık. Adam kapıda hala bekliyor. Salonda hala birileri sucuya saydırıyor, sürprizi bozdu diye. Elif hızını alamadı, kapıya geldi adama deli gibi çıkışıyor. "Ne diye sürprizimizi bozuyorsun, ne basıyorsun zile, o kadar uğraştık mahvettin, etc etc" saydırıyor. Adamcağız suratında şaşkın bir gülümseme, ne yapacağını şaşırmış halde hala bekliyor kapıda. Bu arada Hızlı Gonzales dolu bidonu içeri almış, ben parasını ödemişim sırıtıyorum ama adam bekliyor! Adamı fırçalamaktan boş bidonu vermeyi unutmuşuz o da sesini çıkarmadan bekliyor! Sonunda adamı yolladık ve baş başa kaldık. 



Hepsinin üzerinde aynı t-shirt. Benim yetenekli Bayan Ripley'im tasarlamış, Gonzales baskısını yapmış, hepsi bir örnek giyinmişler. Bana özel bir t-shirt daha yapmışlar. Hadi giyin deyip hemen uzattılar. Sonrası tamamen kahkaha, eğlence. Fotoğraflar çekildi, pastalar yendi. Ki o pasta, ah o pasta. Canım kankim elleriyle yapmış. Hayatınızda yiyebileceğiniz en nefis şey. Koca bir dilimi anında lüplettim. Tabii diğerleri de. Esoş hariç. Kız da maşallah bir irade var, daha dünya üzerindeki hiç bir canlıda yok öylesi. Kilo aldım yememem lazım, dedi bir parça bile yemedi. Ki biz güya rejimdeyken koca koca dilimleri götürdük afiyetle. 

Böylece doğum günüm kutlandı harika bir sürprizle. Yoksa karşılıklı sürpriz mi diyelim?! Basmaya gelenler basılmış oldu. Artık uzun süre sucunun yüz ifadesine güleriz! Adamcağız da uzun süre dün akşam ki manzarayı ve sebepsiz çıkışmaları unutmaz sanırım.  

İşte böyle güzel insanlar var etrafımda. Bazen mutsuz oluyorum ya, çevremdeki (iş yerinden söz ediyorum) ikiyüzlü ve kaprisli, zavallı insanlardan... Ama o kadar şanslıyım ki, tam onların zıttı güzel insanlar da var hayatımda. Sevmek ve sevilmek çok ama çok güzel. Kim bilir kaç günlerce bunu planladılar, zaman harcadılar, düşündüler, yoruldular. Birilerinin sizin için bir şeyler yapmasının değeri çok büyük. Böyle insanlara paha biçilemez. Ben de biçemiyorum. Hepsi öyle güzel ki. 

Apartmanımızda bir çok sorun var, aylardır uğraşıyoruz ve sürekli kriz halindeyim. En son Pazartesi akşamı tüm apartmanı ayağa kaldırdım ve yeter artık daha fazla çekmeyeceğim ve ilk fırsatta taşınacağım dedim. Ancak dün akşamdan sonra, beni tutan dört duvar olmadığına karar verdim. Onlar var ya o apartmanda, kankim onlarla en az benim kadar anlaşıyor ve birbirlerini seviyorlar ya, bırakıp gitmek olası görünmüyor. İnsanı bir yerde tutan eşyalar ya da nesneler değil yine insan işte! Beni de orada tutan sevdiğim herkesin beraber zaman geçirebilmesinden kaynaklanan keyifli anlar. 

Hey, siz hepiniz, hayatımın güzelleri, iyi ki varsınız, iyi ki hep oradasınız. Hepinizi çok seviyorum... Ama kankimi daha çok seviyorum! E ona da izin verin artık, 32 yılın ardından olsun o kadar özelliği. :)



     



4 Kasım 2013 Pazartesi

Hayal de mi Kurmiyahh??

Herkesin farklı yetiştiriliş tarzı vardır... Kimi özgür, kimi sınırlı, kimi baskıcı, kimi rahat...  Ben kendim için belirli bir ifade kullanamıyorum. Baskıcı demek istiyorum çünkü kafamdaki tüm özgürce düşüncelere rağmen atamadığım hurafeler var hala çocukluğumdan gelen. Ancak delice bir baskı içerisinde yetişmiş bildiğim diğer insanları düşününce de o kadar da baskıcı değildiler demek istiyorum. Hakkını yemeyim küçüklüğümde babam gerçekten vizyon sahibi bir adamdı. Ben büyürken o da değişti. Duvar ustası! olmaya karar verdi ve etrafıma duvarları örmeye başladı. Ama itiraf etmem gerek bunda annemin büyük payı var elbette. Allah için tüm malzemeyi o taşıdı babama.  

Çevremdeki herkese her zaman duvarlar içerisinde yetiştiğimizi söylerim. Ülkemizde maalesef büyük çoğunluk bu şekilde. Kim ne derse desin televizyonlarda kokoş programlarında gördüğünüz azınlığın yaşam şeklini tüm ülkedeki nüfusla bağdaştıramazsınız. Büyük çoğunluk başka bir gerçeklikle yaşıyor. Bizim de milletçe aldığımız eğitim aslında baskıcıdır, kalıplaştırıcıdır, şekilcidir, hayal gücünü yükseltmeyi bırakın, tamamen yok edicidir.  O yüzden bizler hayal kurmayı da beceremeyiz. Sınırlı bir kafayla, hayaller de absürt oluyor, el uzayı hayal ederken biz Cin Ali kitaplarındaki hikayelere şaşırıyoruz... 

Mesela en basit örneğiyle, hayatınızda en az bir kere başınıza gelmiştir. Çok gülseniz aile büyüklerinden birisinin "Başımıza bir şey gelecek o kadar gülünmez!" deyip sizi uyardığına bahse girerim. Mesela hayatınızda sahip olduklarınızla ilgili biraz mızıldansanız "Şükret haline, senden çok daha kötü durumda olanlar var, aç değilsin açıkta değilsin, Allah'ın gücüne gider." demiştir birileri. Kısaca hep tatminkar olmamız, şikayet etmememiz, elimizdekiyle yetinmemiz gerektiğini öğretmeye çalışmışlardır. Biz de uslu çocuklar olduğumuz için genelde uymuşuzdur bize öğretilene. Ne zaman çok gülsek "Ay başımıza bir şey gelecek" deyip korkup ciddileşmişizdir. Ne zaman bulunduğumuz duruma şikayet edip "neden olmuyor ki?" deyip mızıldanıp bir şey istesek "Aman çok şükür bunu bulamayanlar da var, kızım otur oturduğun yere" demişizdir şikayet ettiğimiz için elimizdekinden de olacağız korkusuyla.       

Açıkçası bunun gibi verebileceğim çok örnek var benim hayatımda. Bazen mutsuzluktan yerlerde sürünürken, hayatımın bazı dönemlerinde gerçekten ama gerçekten çok zor zamanlar geçirdiğimde bile içten içe şikayet edemedim, doğru düzgün ağlayamadım, doğru düzgün gülemedim. Aşırılıktan hep kaçınmaya çalıştım. Oysa içimde başka bir benlik vardı her şeye isyan etmek isteyen, "ne olacak ki ya?" deyip akıl uçurtucu bir şeyler yapmak isteyen ya da sadece isteyen! Her defasında "Şükür aç değilsin, açıkta değilsin, onlar da olmayıversin, Allah muhafaza sahip olduklarını da kaybedebilirsin, bak senden daha kötü durumda olanlar var" diyen bir iç sesle kavga halinde geçiriyorum hayatımı. Nasıl çekilmez olduğunu anlatamam. Öyle sınırlıyor ki beni, ne risk alabiliyorum, ne daha fazlasını isteyebiliyorum, ne mutlu olabiliyorum, ne de kendimi özgür hissediyorum. Sürekli çok şey istersem elimdekilerden de olacağım korkusuyla vasat bir hayatın içinde mutsuzlukla debeleniyorum. 

Her zaman söylüyorum, yakınımdakiler bilir... İşimde mutsuzum... Öyle mutsuzum ki, içimdeki kırıklığı anlatmaya kelimeler yeterli değil. Her sabah işe gidebilmek için içimdeki bir kaç kişiyle kavga ediyorum. İkna çabaları, teselli etmeler, kandırmalar, aklınıza gelebilecek her türlü hileyi kullanıyorum işe gidişimi sağlamak için. Hiç biri işe yaramıyor... Korkularımdan başka... Beni en çok korkutan, şikayet edersem elimdekinden de olacağım korkusu. Hayatımı sürdürmek için o işe ihtiyacım var ya, mutsuzluktan gebersem de gitmek ve orada paşa paşa çalışmak zorundayım. Çünkü başka alternatif yok hayatımda. 

Bir kaç gün önce yolda gelirken hayal kurdum... Dedim ki; "Allah bir kapıyı kaparsa, öteki kapıyı açarmış. Kızım sık dişini Ocak ayına kadar, (Ocak ayında belli bir zam almam gerekiyor, şimdilik bununla kendimi kandırıyorum) eğer vermezlerse istediğini, gözünü karart, çıkışını iste. Özgür ol. Belki bu da bir işarettir, belki daha iyi bir şey çıkar karşına, belki gerçekten mutlu olacağın bir şeyi yapmak için vesile olur. Cesaretli ol, bağlanma eşyaya, kaybedeceğin korkusu yaşadığın şeylere, karart gözünü, kararlı ol, eğer vermezlerse istediğini, ya hep ya hiç için oyna" dedim... Hayalimde, çıkmışım o işten, inanılmaz şeyler olmuş, kırmışım zincirlerimi, beni mutlu eden, keyif aldığım bir şeyler yapıyor gördüm kendimi. Resim gözümün önünde canlandı inanın bir kaç saniye de olsa. İçime nasıl bir huzur, nasıl bir mutluluk yayıldı o an anlatamam. Belki de  "Beterin beteri var" korkusunu üzerimden atıp bir hamle yapmalıyım. İçimdeki bu hep "elimdekiyle yetinmiyorum ya, Allah tarafından cezalandırılacağım, daha kötü duruma düşeceğim" korkusunu içimden atsam, belki cesur hamlelerle gerçekten bir farklılık yaratabilirim hayatımda. Ancak dedim ya, nasıl yetiştirilmişsek hep içimde elimdekiyle yetinmezsem onu da kaybedeceğim korkusunu taşıyorum. Gelen gideni aratır düşüncesini içimden atmak çok zor. Sürekli şükretmeniz gerektiği öğretildikten sonra azıcık bir mızıldanmak dahi en kötü kabuslarımın gerçekleşmesine sebep olacak sanıyorum.

O yüzden hayal kuruyorum sadece... 

Maça döner bıçağıyla gelen Diyarbakır'lıya "bu nedir?" diye soran güvenlik görevlisinin aldığı cevap; "Döner de mi kesmiyah??" misali ben de sormak istiyorum; "Hayal de mi kurmiyah?"     

31 Ekim 2013 Perşembe

What's worth dying for if not love!


Geçenlerde "The Originals"ı seyrediyorum. Kötü karakterimiz Klaus'un (Joseph Morgan) repliği idi. "What's worth dying for if not love" (Laf aramızda idealist biri olarak kim derdi ki ben kötü karakterlere de abayı yakacağım. Değişim böyle bir şey sanırım. Prensipli biri olduğumdan, burnum düşşe eğilip yere almam, o yüzden biri kötüyse kötüdür, film karakteri bile olsa hazzetmem! Sadece Klaus'u kategori dışında bırakıyorum! :) )

Repliği duyunca kafama takıldı doğrusu: Aşk değilse, nedir ölmeye değen? 

Soruya ciddiyetle yaklaşırsak bir çok ideolojik fikir elbette çıkar ancak biz o kadar ciddi yaklaşmayalım bence. Romantik bir yaklaşımı deneyelim bugün. Biraz gevşeyelim, kalbimiz yumuşasın, hayatın gerçeklerinden, ağır yükünden ve bize çok da bir şey kazandırmayan ciddiyetten uzaklaşalım biraz. 

Şimdiii, kim hayatı boyunca şöyle peri masalı gibi bir aşk yaşamak istememiştir? İddialı olmayayım ama bence herkes peri masalı gibi bir aşk yaşamak istemiştir... Özellikle biz kadınlar prens olacak inancıyla çok kurbağa öptük. Öpmeye devam ediyoruz ve maalesef edeceğiz... O kalbimizin derinliklerinde bir yerlerde, bizim bile farkında olmadan sakladığımız minik inancımız, hiç yok olmayacak. Hayallerimizdeki Beyaz Atlı Prensimiz bir gün mutlaka çıkıp gelecek. Umudumuz bu yönde... Gerçek olmayacağını bilsek de, umudumuz bu yönde. Çünkü yapımızdan kaynaklanan iflah olmaz bir romantiklik var bizde. Peki, bu bir kadının işine yaradı mı şimdiye kadar? Elbette hayır. Çünkü neden? Çocukluğu bırakıp, kadınlığa geçemedik de o yüzden. 

Aşk karmaşık bir şey. Zaten aşk kelimesinin hakkını vermek istiyorsanız karmaşasını yaşayacaksınız Aşk'ın. Öyle sakin sakin yaşanan, sorunu derdi olmayan Aşk, Aşk değildir zaten. Aşk'ın hakkını vermek için, delice olsa da Evet, yeri geldiğinde gözünüzü kırpmayacaksınız, her şeyi göze alacaksınız ortaya hayatınızı da koyacaksınız! Kurallarla, çizgilerle, prensiplerle, doğrulukla, naiflikle, kibarlıkla, korkuyla Aşk yaşanmaz. Yaşanamaz! Aşık olan insanın gözü hiç bir şeyi görmez. Gözü kara olur. Korkusuz olur, arsız olur, utanmaz olur, sınırların dışında olur, ürkütücü olur, fütursuz olur. Gerçekten Aşık birinden korkarsınız. Korkmalısınız! Tüm bu duyguları barındırmıyorsa yaşanılan Aşk, işte orada her türlü bahse girebilirsiniz; o Aşk değildir! Aşk'ın yanılsamasıdır sadece. O sizin peri masallarındaki Beyaz Atlı Prenslerin olacağı hayat düşüncesi de maalesef çocuklar içindir zaten. Sadece çocuklar böyle bir şeyin var olabileceğine inanırlar. Ya da çocuk kimliğinde kalmış olanlar. 

Kadınların en büyük yanılgısı şehveti aşkla karıştırıyor olmaları. Birini beğenebilirsiniz, birisiyle birlikte olmak isteyebilirsiniz, hatta bundan keyif de almış olabilirsiniz ancak tüm bunlar sizin o kişiye aşık olduğunuz anlamına gelmez. Fiziksel birliktelik ve beğeniyi Aşk'la karıştırmak hem erkek, hem de kadınların en büyük yanlışı aslında. Zaten ilişkilerin doğru düzgün devam edememesinin nedeni de bu. Beğeni biter ama Aşk asla bitmez! Birbirlerinin en berbat hallerine şahit olmuş, birbirlerine her türlü kötülüğü yapmış ve hala yapıyor olsalar da vazgeçemiyor ve bırakamıyorlarsa, birbirlerinin tüm acizliklerini görmüş, tüm düşüşünü yaşamış ancak hala birbirlerinin gözünden düşmemişlerse, birbirleri için  yapabileceklerinin sınırı yoksa, şehveti de, şefkati de aynı derecede yaşıyor, arsızlıkları, sınırsızlıkları aynı, tepkileri ve korkuları farklı olsa da hala bir arada kalmak istiyorsa iki kişi, işte orada Aşk vardır. Tek sorun, işte o gerçek Aşk'ı kaç kişi yaşar ya da kaç kişiye uğrar. 

Siz çocukların inandığı peri masalları beklentisine devam edip, gözünüzü karartmadığınız sürece daha çoookkkk kurbağa öpersiniz. Kurbağalar da daha çooookkk öpülür. Onlardan Prens falan çıkmaz emin olun. 

Kısaca demek istediğim şu; ya öpmeye devam edeceksiniz ya da ölmeyi göze alacaksınız! Bu sizin göze alabildiklerinizle doğru orantıda yaşanacak bir duygu olmalı. İşte bu noktada çok klişe bir laf devreye giriyor; 

"Önemli olan, sevgili uğrunda ölmek değil, uğrunda ölecek sevgili bulmak!"

Buyrun buradan yakın... 

İster inanın, ister inanmayın ama ben Kurbağa öpmekten çok sıkıldım o yüzden kesinlikle kabul ettiğim şu; Aşk değilse, nedir ölmeye değen? 


E bu kadar laftan sonra sizi Sezen Aksu'yla baş başa bırakayım. Son noktayı da o koysun. 



30 Ekim 2013 Çarşamba

Tercihiniz hangisi?

Herkes bilir... Hayat adil değildir. Hiç bir zaman olmamıştır ve hiç bir zaman olmayacaktır. Muhteşem bir şekilde yaşadığını düşündüğümüz birinin bile kendisine mutsuzluk veren bir şeyleri mutlaka vardır. Hayatı boyunca mutsuzluk görmediğini düşünmek doğrusu epeyce bir hayalperestlik gerektirir. Nasıl düşünürseniz düşünün gerçeklerden kaçamazsınız. Dolayısıyla adaletin terazisinin hiç bir zaman dengede durmadığı gibi (bunun tersini ispat edecek babayiğitle gerçekten tanışmak isterim) mutluluk da sabit ve sonsuz değildir. Çünkü hayat adil değildir! Herkese ama herkese ömürlerinde bir defa da olsa mutlaka o çirkin yüzünü gösterir... Sizce iyi mi yapar?   Bence iyi yapar!  Çünkü hayatın adaleti adaletsizliğindedir...  


Haksızlığa uğramak, mutsuzluktan yerlerde sürünmek, zorluklara göğüs germeye çalışmak, biliyorum zor... Hem de çok zor... Ancak hiç düşündünüz mü, hayatınızdaki her felaketten sonra daha da güçlendiğinizi? İlk anlarda ümitsizliğin ve depresyonun dibindeyken, zaman içinde yavaş yavaş ayağa kalktığınızı ve daha önce çok daha kolay devrilirken kimi şeylere, bir süre sonra hacıyatmaza dönüştüğünüzü ve artık daha kolay ayağa kalktığınızı? 

Şu an belirli nedenlerle mutsuz olanlar, sorunların içinde boğuşanlar, dünyayı karanlık bir pencere ardından seyredenler ve/veya depresyonda olanlar bana kızacaklardır. İlk anda hiç bir şey kolay görünmez. Önünüzde çıplak ayak aşılacak sarp dağlar, susuzlukla geçilecek çöller, yüzme bilmeden debelenerek katedilecek okyanuslar, su toplamış ayaklarla yürünecek kilometrelerce yollar var, değil mi? Sizi mutsuz eden şeylerden uzaklaşmaya/kaçmaya çalışmak buna benzer hissettirir insanlara. Hepimize... 

Ancak insanoğlunun en güçlü tarafı güçsüzlüğüdür aslında. İnsan güçsüzlüğünün farkına varırsa eğer, hayatın adaletsizliğini kendi lehine çevirebilir. Kabul etmemiz gereken şey sıradan yaratıklar olduğumuz. Neden ben? sorusuna verilecek en doğru cevap yine bir sorudur aslında: Neden olmasın? Ne özelliğiniz var ki siz olmayasınız veya ben olmayayım? 

Tüm yaşanan olumsuzluklar sizce pes etmeye yeterli midir? Hayat triatlon gibi 3 aşamalıdır. Triatlonu herkes bilir sanırım. Önce yüzme, sonra bisiklet ve en son koşu bölümlerinden oluşan bir yarışmadır. İşte hayat da böyle 3 aşamalı bir yarışmadır aslında. Tıpkı insanın gelişimi gibi... Önce sürünür emeklemeye çalışırsınız, sonra ayaklarınızın üzerinde dengede durmayı öğrenir yürümeye başlarsınız ve en sonunda koşarsınız. Yaşanan her sorunda biz başa döneriz. Hani şu sürünme evresine... O evre sürekli kendini tekrarlar. Çünkü maalesef yaşamın içinde hayatın adaletsizliğiyle sık sık karşılaşırız. 

Tüm bu olumsuzluklara karşı ne yaparsınız genelde? Ne tür bir yol seçersiniz? Umudunuzu kaybetmeden hayata karşı mı durursunuz, yoksa pes eder, günü mü kurtarırsınız yavan bir şekilde? Böyle durumlarda her akşam tükenmişlikle yatağınıza gittiğinizde, eminim o yataktan hiç çıkmak istemiyorsunuzdur.   

İşte böyle durumlarda; her sabah 2 basit tercihle uyanırsınız... Birincisi; uykuya geri dönmek ve gördüğünüz rüyaya kaldığınız yerden devam etmek... İkincisi; uyanmak ve rüyalarınızın peşinden koşmak... Tercih sizin!  

  


28 Ekim 2013 Pazartesi

Matrix'de Yaşamak

Yaptığım işi seviyorum... Gerçekten... Sorun çözmek, bir şeyleri organize etmek, uğraştığınız onca şeyden sonra her şeyin yolunda gittiğini görmek, birilerinin yapmak istediği şeyler konusunda kimi şeyleri kolaylaştırmak ve önemsiz gibi görünen ama aslında her şeyin gidişatını değiştirecek minik detayları yoluna koymak beni mutlu ediyor... Kişiliğimin baskın tarafını tatmin eden, eğlenerek yaptığım bir iş benimkisi. 

Beni mutsuz eden tarafı etrafımdaki insanlar... Bulunduğum ortamdaki insan yelpazesi... Beraber geçirdiğim zamanın %90'ında "burası gerçek olamaz, ancak Matrix'de yaşıyor olmalıyım" dedirten bir ortamdayım. 

Hani Matrix filmindeki kötü Ajan vardı ya, Ajan Smith.. İşte aynen onun gibi görüyorum etrafımdakileri. Hepsi aynı görüntüye sahip, hepsi yarışırcasına bir hırs ve hepsi aynı zavallılık içinde. Kafamı nereye çevirsem hep aynı sığ karakter. 

Yaptığım işi, bağımsız nasıl yapabilirim diye düşünüyorum aylardır. Ancak bir çözüm bulabilmiş değilim. Beni yoranın insanlar olduğunu biliyorum. Her sabah yataktan kalktığım anda kendime dediğim şey "1 saate kadar yine oraya gireceğim, yine ensemden fişi takacaklar ve Matrix'e gireceğim" oluyor.

Eve dönüşüm ensemdeki o fişin çıkarılması demek. Gerçek hayatımı yaşadığım yere dönüş, o yapay ortamdan kurtulmak demek... Beni de kurtaracak bir Neo'yu bekliyorum doğrusu. Biliyorum hayal ama varsa bir Neo, gelse iyi olur... He is THE ONE who is going to save me from the hell! Filmde "The One" denilen Neo benim kafamda bir metafor. Bir kişiden değil herhangi bir şeyden bahsediyorum elbette. Kurtuluşumu sağlayacak bir şey.. Biri... Fark etmez..." The One"ya da "The Thing". Olsun yeter. 

İnsanın dünyada güveneceği kimsesinin olmaması, arkasını yaslayacağı birinin olmaması gerçekten çok zor. Öyle temkinli hareket etmek, öyle sağlam basarak yaşamak zorunda kalıyorsunuz ki, bazen kurtuluşunuzu sağlayacak minik riskleri bile alabilme lüksünüz olmuyor maalesef. İşin içinde minicik de olsa bir risk varsa, imkanı yok göze alamıyorum herhangi bir eylemi. Biliyorum risk almadan başarı mümkün değil... Biliyorum yüzde yüz hiç bir şeyin garantisi yok... Biliyorum bazen gözü karartmak lazım... Bütün bunlarla ilgili öyle çok şey biliyorum ki, bir başkası olsa benim vereceğim telkinlerle çoktaaann eyleme geçmiş, kendini de kurtarmıştı. Ama işte terzi kendi söküğünü dikemez misali, başkalarına söyleyeceğim ve işe yarayacak bir çok şeyi kendim uygulayamıyorum. İster adına korkaklık deyin, ister garanticilik, ister sağlamcılık, ister temkinli olmak... Sonuç değişmiyor... Önümü göremediğim sürece hiç bir adımı atamıyorum. 

Sırf bu yüzden kendime öfkem her geçen gün daha da artıyor. Bu kadar pasif yaşamak bana göre değil. Hayatımın hiç bir anında olmadı. Ancak şimdi hayatımı pasif direniş halinde geçiriyorum. Ne acı! 

Şimdiye kadar ya insanları hiç umursamamışım ya da şimdi haddinden fazla umursuyorum. Veya insanoğlu denilen yaratık, farkedilmeyecek ölçüde her geçen gün yavaş yavaş değişti ve şu anki görünen yapısına ben bir anda farkına vardım. Evrim teorisinin başka bir boyutu oldu sanırım. Darwin evrim teorisinden bahsederken insanın görünen şeklini ele almıştı, bense evrim teorisinin başka bir boyutunu ele alacağım ve insanoğlunun ruhunda, kişilik yapısında (ya da kişiliksizlik yapısı mı desek!)  meydana gelen değişimi inceleyeceğim. Bir zamanlar dört ayak üstünde olan insanoğlu belki yüzyıllardır fiziksel olarak iki ayak üstünde ama maalesef kafaca dört ayak üstündekilerden beter durumda günümüzde. Hatta bence ayaklar da çekilmiş, sürünür vaziyette.   

Kısaca anlatmak istediğim, insanlar beni yıldırdı. Ya ben çok düz biriyim ya da insanlar şekilden şekile girmekten benliklerini unutmuşlar. Bazen elimi kaldırıp herkesi durdurmak istiyorum. Bir durun, bir kalın olduğunuz yerde ve kendinize bir bakın demek istiyorum. Gördükleriniz sahiden hoşunuza gidiyor mu diye sorasım var. 

Hatta kafamda kurduğum fantazi şu; Ben de Neo gibi şöyle elimi kaldırsam üzerime üzerime gelen insanları onun kurşunları engellediği gibi durdursam, şöyle başımı hafifçe eğsem, o insanlar patır patır yerlere düşseler ya! Kurşun yağmuru gibi insan yağmuru altında hissediyorum kendimi. O derece yani! 



   

24 Ekim 2013 Perşembe

Kötüler sadece filmelerde mi var sandınız?

Doğrusunu söylemek gerekirse ben gerçekten bir dönem öyle sanıyordum. Yani hayatımdaki ilk kötü insan Dallas'taki JR'dı (nam-ı diğer Ceyar). Adam öyle kötülükler yapardı ki çocuk aklım işte, şaşar kalırdım... İnanamazdım. Eh, pek akıl özürlü sayılmadığım için, film ya bu, filmlerde böyle kötülükler yapılıyor diye aklıma da pek takmazdım. 

Şimdiki filmleri, dizileri seyredip oradaki kötülükleri görünce "JR sütten çıkma ak kaşıkmış, ne yapmış ki zavallıcık" diyorum. Kötülüğün de dozu gittikçe yükseliyor gördüğüm kadarıyla. 

İşte ben böyle sadece sinema perdesinde, televizyon canımda kötülükleri seyrederken hayretler için de kalıp, "ne kadar da abartılıyor, yok artık, bu kadar kötülük yapılacak, kimse de dur demeyecek, öyle mi?" diye çocukça bir saflıkta söyleniyorum.. Söyleniyordum! 

Şimdi kendime sıkça sorduğum soru "Sen kötülükleri sadece filmlerde mi oluyor sandın? Kötü karakterler sadece ekranda mı oluyor diye düşündün?" oluyor.

Çünkü etrafıma bakıyorum, bazen mecburen iletişimde olduğum insanları, olayları izliyorum, gerçekten ama gerçekten inanamıyorum. Şaşkınlık ve korku içindeyim. Kötü karakterler gerçek hayatın tam da içindeymiş. Hepinizin"sen de hayal aleminde yaşıyorsun herhalde" dediğinizi biliyorum. Hayal aleminde yaşamıyorum, elbette kötülük gerçek hayatın içinde, hepimiz gazetelerin 3. sayfalarından öyle veya böyle haberdarız. Ancak beni şaşırtan kötülüğün dozu! 

İnsanoğlu inanılmaz bir yaratık. 

Sokrates'in en önemli alıntılarından biri, insanlara söylediği "Kendini bil!" söylemidir. 

Sokrates "sorgulanmamış bir yaşamın yaşanmaya değmediğini "söylemiş. Ders kitaplarımdan öğreniyorum bunları. Öğreniyorum demek ne komik, değil mi? Aslında hali hazırda bildiğim, hissettiğim şeyleri tekrar ediyorum açıkçası.  

Dünyadaki pek çok sorun, insanın kendini bilme konusunda yetersiz kalmasından, böyle bir bilgi arayışını çoğunlukla ihmal etmiş olmasından ileri geliyor. Sokrates bunu bilmem kaç bin yıl önce düşünmüş, görmüş, söylemiş... Aradan geçen binlerce yılda değişiklik mi oldu? Kocaman bir HAYIR! 

İnsanların bazen aynaya baktıklarında ne gördüklerini merak ediyorum. Mesela nasıl bir kafadır ki ya da nasıl bir düşünce yapısıdır ki kendilerini kusursuz ve yaptıkları her kötü şeyi haklı görüyor oluyorlar. Öyle zavallıca davranıp, o kadar küçük düşünenler var ki, bazen ben de mi sorun, onlarda mı, ikilemde kalıyorum. Örneğin gücü kendinden daha güçlüye yetmediğinden sadece kendini iyi hissetmek için kendinden daha zayıfları ezmeye, onlarla saçma bir rekabete girenlere bir anlam veremiyorum. Kime, neyi ispatlama çabasındalar? 

Fakat maalesef, tıpkı "yok artık, bu kadarına kim susar ki, biri de dur demez mi?" diye hayıflandığım film sahnelerini yaşar oluyorum. Birileri dur demiyor, diyenler dışlanıyor, danışıklı dövüş arasında kalmış Don Kişotlara dönüşüyor... Sen istediğin kadar yel değirmenleriyle savaş, atı alan Üsküdar'ı geçiyor. 

Kötü davranma, kötü düşünme, kötü olmak, normal olmuş, sen istediğin kadar düşünceli, nazik, vicdanlı olmaya çalış tıpkı uzaydan gelmiş Superman gibi bir yaratık olarak algılanıyorsun insanlar arasında. Kabul etmiyorlar seni. Onlardan değilsen, onlarla değilsindir. 

Ben anladım ki kötülük insanların kriptonu. Zayıf düşüyorlar... Farkında değiller... Öyle küçülüyorlar, öyle ufalıyorlar ki, gözlerini bürüyen hırs nedeniyle göremiyorlar. Hani dedim ya, aynaya bakınca ne görüyorlar diye... Bence buğudan ve pustan gerçek görüntüye ulaşamıyorlar. Zaten o gerçek görüntüyü görseler, eminim kendileri de gördüklerinden hiç hoşlanmayacaklar...