Günün Sözü

Umut her daim vardır...

29 Ağustos 2013 Perşembe

Bir Mobing Hikayesi


Kadınların bu ülkede yaşadıklarını her gün okuyoruz, görüyoruz, duyuyoruz... Sizce yeteri tepki veriliyor mu? Hiç sanmıyorum... Sanki insanlar 3. sınıf bir Hollywood filmi seyredermişçesine tepki veriyor. 3 dk sonra da unutuyorlar hepsini.


Her geçen gün umudum tükeniyor. Yaşananları, olanları insanların yok sayması, insanlığımdan utanmama yol açıyor. Para ve güç sahibi insanların, istedikleri gibi davranma özgürlüğünü sonsuz kullanması, gücü olmayanın, kendinden başka güvenecek, dayanacak kimsesi olmayanın, tüm bu şiddete maruz kalması uykularımı kaçırıyor... 
Uzun zamandır ben de onlardan biriyim.Onları anlıyorum, onları hissediyorum, onlarla aynı acıyı yaşıyorum. 

Bir arkadaşım, hayatının en kötü 3 yılını böyle bir şiddetle savaşarak geçirdi. İş yerinde patronunun mobing'ine maruz kaldı. Arkadaşımın hayatını kabuse çeviren adam, Saint Michell Fransız Lisesinin Müdürü Fransız Jacques Augereau, aleyhine açılan tüm davaları kaybetmesine rağmen hala görevinde duruyor ve hiç kimse hiç bir şey yapamıyor. 
Elin Fransızı bile bizden daha güçlü bu ülkede. Bizden daha çok hakkı var. Herhangi bir Türk Müdürüne taciz davası açılsa ve bu davayı kaybetse hemen görevden alınır, hayatı kararırdı. Ama biz kendi ülkemizde dahi bir yabancıdan daha aşağı sınıftayız. Kadınların yaşadığı zulmün sonu yok! Her durumda, hayatın her anında aşağılanan, hakkını alamayan, küçümsenen, değeri olmayan, sözlü, sopalı her türlü tacize, eziyete uğrayan hep kadın, hep kadın...  

Konu öyle kapsamlı ki; ne tarafından tutulur o bile insanı karmaşaya sürüklüyor. Toplumumuzda onlarca sınıftan kadın var. Her biri , farklı şekillerde tacize, aşağılanmaya uğruyor. Eğitimli kadın, ne güzel bir işi var çalışıyor dersin; iş yerinde erkekler tarafından mutlaka sözlü tacize uğramıştır. Köylü kadın desen babasından, kocasından, kardeşinden yediği dayağın hesabı yoktur. Akıllı okumuş kadın dersin, sırf zeki olduğu için kadın olmadığı söylenerek küçümsenmiştir. Bunun gibi örnekleri çoğaltıkça çoğaltırız. Ama ne benim burada sayfalar harcamaya gücüm var, ne de sizin oklumaya takatiniz kalır. Anlayacağınız kadınlar ağzıyla kuş tutsa yaranamazlar.    

Erkeklerin özellikle asla ve kata zeki kadına tahammülü yok. İlk başta hoşlarına gider gibi davranırlar. Ama eksiklikleri ortaya çıkmaya, kadının kendisinden daha üstün olduğunu anlamaya başladıkları an, sözlü ve aşağılamalı tacizler de başlar.Hem de doğrudan kadınlıklarına yapılan hakaretlerle. Bana söyleyin, kaç tane kadın bir erkeğe yatakta başarız olduğunu söyleyebilmiştir? Kaç erkeğin bunu duymaya cesareti var? Erkekler her açıkları, her eksiklikleri, her kötü tarafları için kadını suçlarlar. Öyle zavallı yaratıklar ki, aynaya baktıklarında kendilerini değil başka bir şahsı görürler, kendilerini sahiden o gördüğüne inandığı kişi sanırlar. Sahte bir hayatın içinde, sahte kimliklerle sırf egolarını tatmin etmek için kadını ezerler, küçümserler, aşağılarlar, döverler, söverler. Bunları yaşıyoruz, görüyoruz. 

Arkadaşım yaşladıkları nedeniyle hala kendine gelebilmiş değil. Üstelik destek yerine iftiraya uğruyor. Tipik başarısız olunca kadını karalama kampanyası. Çalışmaya korkan, aynı şeyleri yaşayacağını düşünen birine nasıl yardım edebilirsiniz? Ne deseniz o kişi kendisini daha iyi hisseder? İnsanın çaresiz kaldığı anlardan biri bu. 

Kendi adıma aynı şeyleri yaşadım. Bir çok sözlü tacize, aşağılanmaya, küçümsenmeye maruz kaldım. Kimse yardım etmedi. Gördüler, kabul ettiler ama yardım eli uzatan, ya da bunu yapan o yaratığa "Neden?" diye soran yok. Herkes biliyor ki; müdahale etse işinden olur. Susuyorlar... Herkes susuyor.

Kadın yok ediliyor. Çaresiz bırakılıyor. 

Herkes susuyor...      

    

Patronum Bir Öküz


Evet, tam olarak kullanılacak kelime budur sanırım: Öküz!


Uzun zamandır yanında çalışma talihsizliğine düştüğüm primat, evrimini tamamlama sürecini hala bitirememiş bir canlı. (Canlılara hakaret ettiğim için şimdiden çok özür dilerim)

Size uzun uzun bu yıllar boyunca neler yaşadığımı anlatacağım. Eminim benim gibi bir çok talihsiz de aynı şeyi yaşıyordur. Öncelikle şunu kabul etmemiz gerekiyor; biz Türk Toplumu maalesef ezik bir milletiz. Her gelişmeyi, medeniyete dair her şeyi o kadar geç öğreniyoruz ki, sonradan görmeliğimiz üzerimizden akıyor. Sonrasında ne kadar -mış gibi yapsak da olmuyor, olmuyor, olmuyor...

Türk erkeğinin sorunları saymakla bitmez. Tüm sorunları da maalesef ç.klerine bağlanıyor. Şimdi bu ç.k çalışmayınca hırslarını etraftan çıkarıyorlar.Bazılarının zamanında yaşayamadığı, yapamadığı şeyler geç de olsa ellerine geçince bir anda kendilerini kaybediyorlar. Ego tavan yapıyor ve etraflarındaki herkesi kendilerinin kölesi sanıyorlar. Karşı mı çıktınız? İşte o zaman hapı yuttunuz. Tıpkı benim şu anda yaşadığım gibi.
Kişiliğinizi çevrenizdekilere kabul ettirene kadar inanılmaz ve zorlu bir savaş verdikten sonra sonradan görme biri gelip de sizi yerle bir etmeye kalkınca doğal olarak karşı silahlarınızı kuşanıyorsunuz.
Öküz'ün etrafında istediği tek canlı şekli yalakalar, onun önünde el pençe duracak köleler, ona ne kadar muhteşem, ne kadar süper, ne kadar zeki, ne kadar yakışıklı, ne kadar bla bla olduğunu söyleyecek şakşakçılar. Siz kalkıp da, "yalnız bu yaptığınız doğru değil" dediğiniz anda bittiniz. Size ne? Size neeeee?

Şimdi benden nefret ediyor. Ona sadece doğruları söylediğim ve boyun eğmediğim için. Eline geçen ilk fırsatta beni yollamak istediğini ve yok olmamı beklediğini biliyorum. İstifa edip gitmem için epey çaba sarfediyor, onu da biliyorum. Ancak benim istifa etme şansım yok. Hayat maalesf bu kadar lüksü vermiyor bana. Çalışmak zorundayım ve ne olursa olsun her sabah yeni bir güçle işimin başına gelmek zorundayım. Sahip olduğum tek güç, işimi yapmam, dürüstlüğüm, adaletim ve asla boyun eğmeyişim. Şükürler olsun ki, beni yollamak konusunda tek güce sahip değil. Açıklama bulamadığı için çıkaramıyor. Çünkü "bana boyun eğmiyor" bahanesini öne süremez. Dışarıya gösterdiği resimdeki kişinin bunu söylemeye yüzü yok. Çünkü dışarıdan bakan birinin göreceği kişi ve etrafta sergilediği rol için böyle bir replik şansı yok.

Çok uzun zamandır resmi adı "mobing" olan şeyi yaşıyorum. Bu ülkede bunun çözümü olduğunu ve hakkınızı alacağınızı mı düşünüyorsunuz? Kocaman bir palavra bu. Tek başınasınız! Hiç bir şey yapamazsınız! Tıpkı benim yapamadığım gibi. Çünkü ya işssiz ve ortada kalmayı kabul edeceksiniz (hangi firma mobing'den mahkemeye verdiğiniz için işinizden ayrılmak zorunda kaldığınzı kabul eder bu ülkede? ) ya da ucuz kahramanlıkları Don Kişot'a bırakacaksınız. Benim yeldeğirmenlerine saldırasım yok.

Bir gün kurtulacağım ümidiyle yaşıyorum. Öte yandan; ne olursa olsun asla geri adım atmayacağım ve onun istediği gibi biri olmayacağımı bilmek de beni rahatlatıyor.

Bir konu hakkında "Ben şöyle düşünmüştüm" dediğimde, bana hep "Düşünmüş! Ben sana düşün mü diyorum? Ben düşünürüm. Senin işin düşünmek değil, benim dediklerimi yapmak!" dese de ben yine de düşünmeye devam edeceğim.

Çünkü ben insanım. Düşüneceğim...  Çünkü ben insanım. Köle olmayacağım... Çünkü ben insanım. Boyun eğmeyeceğim...

Sabahları odasına girdikten 30 saniye sonra (abartmıyorum hakikaten 30 sn, genelde kendi gelmeden çayı önüne konulur) hala çayı gelmemişse, kıyamet koparan birine siz ne dersiniz? Sanki hayatında herşey bir parmak şıklatmasında önüne geliyor.

Sizin ne diyeceğinizi bilmiyorum.. Ama ben ÖKÜZ diyorum. Bildiğin ÖKÜZ!

 

   

28 Ağustos 2013 Çarşamba

Neyi Yaşamak İstiyorsan Onu Yaşa!!!


Öyle bir hayat yaşıyorum ki,

Cenneti de gördüm, cehennemi de

Öyle bir aşk yaşadım ki,

Tutkuyu da gördüm, pes etmeyide.

Bazıları seyrederken hayatı en önden,

Kendime bir sahne buldum oynadım.

Öyle bir rol vermişler ki,

Okudum okudum anlamadım.

Kendi kendime konuştum bazen evimde,

Hem kızdım hem güldüm halime,

Sonra dedim ki " söz ver kendine"

Denizleri seviyorsan, dalgaları da seveceksin,

Sevilmek istiyorsan, önce sevmeyi bileceksin,

Uçmayı istiyorsan, düşmeyi de bileceksin.

Korkarak yaşıyorsan, yalnızca hayatı seyredersin.

Öyle bir hayat yaşadım ki, son yolculukları erken tanıdım

Öyle çok değerliymiş ki zaman,

Hep acele etmem bundan,

Anladım...
                                                          
Nietzsche

27 Ağustos 2013 Salı

En vazgeçilmez erkek....


Bu hafta sıcaklar tavan yapacakmış. Gazete öyle diyor... Gerçi ben gün içinde Kuzey Kutbunda yaşadığımdan, günün cehennemini hissedemiyorum. Ama akşam eve doğru yollanırken -bu şehrin içindeki milyonlara göre şanlı sayıldığımdan- kısacık mesafede bile hissediyorum dışarıdaki cehennemi. Benim erkeğin cehennemini...  

Hani şairler, yazarlar İstanbul'u anlatırlar ya uzun uzun. Bitmez bu şehre olan sevdaları... Hani üzerine şiirler, yazılar yazmışlar, İstanbul'a olan aşklarını anlatmışlar ya... Ve hepsi belki de erkek olduklarından, bu şehri de hep kadın gibi görmüşler ya. Anlatımlarında bir dişilik vardır bu şehre bakışlarında. Benimkisi onun gibi bir şey... Oysa bakmazlar benim gözümden... Ben İstanbul'u hep bir erkek gibi gördüm.  

Hırçın ama bazen sakin. Agresif ama bazen suskun. Deli dolu, yeni yetme bir genç gibi. Hem romantik,  hem maço. Hem yerden yere vuran, hem düştüğünde elinden tutup kaldıran. Anı anına uymayan, ne istediğini bilmeyen, acımasız ama şefkatli, anlaşılmaz, kendi de ne yaptığını bilmez bir erkek gibi. Uzakta olduğumda, sanki sürekli beni çağıran sesi, bir an evvel ona dönmemi ister gibi kulaklarımda çınlar... Özlemi içimi yakar... Boğazın, yazın dingin huzura kavuşmuş yüzeyi, kışın deli, öfkesini kusar gibi karaya savurduğu dalgaları... Fantastik bir masalın içindeymiş hissi uyandıran, geceleri ışıldıyan o ışıklar... Uzaklara baktığında gördüğün şehrin silueti... Puslu havalarda şehrin üzerine çöken bulutlar... Yazın cıvıl cıvıl, kışın hüzünlü havası... Pazar günü yatağında kiliseden gelen çan sesleriyle uyanmak, hemen ardından camiilerden gelen ezan seslerini duymak... Sonra Boğaz’dan geçen gemilerin düdüklerinin o seslere karışması... Hepsini bir arada nerede bulabilirsiniz ki?

Şimdi yazın sonlarındayız ya... Benim erkek kızgın ya... "Kim kızdırdı seni, kim üzdü bu kadar, ateş oldun sen!" diyorum ama cevap vermiyor... Sanırım bu kızgınlığı bir kaç zaman daha sürecek... Öfkelenince böyle ateş parçası oluyor işte... Ama ben onun kızgınlığını bile seviyorum. Daha bir haşin, daha bir deli oluyor... Sonbaharda sakinleşir, lokum gibi olur... Ne kaldı ki zaten? O zaman tadına doyamam artık... Gerçi arada mesela bazen sabaha karşı çok kısa da olsa üzüntüsü gözyaşına dönüyor. İçli adam tabii... Bazen kimse görmeden geceleri tek başına ağlıyor... Ben sabah erken vakit, caddelerdeki ıslaklıktan anlıyorum yine içlenmiş, yine yalnız ağlamış olduğunu...

Yazık ona da... Kimse anlamıyor garibimi.. Allah bilir bu kızgınlığı yüzünden ne hakaretler işitiyor. Ama o ne yapsın? Öfkelendirdiler işte bir kere... Kızgınlığını bir atsın, ateşini bir kussun sonra o da sakinleşecek... Sonbaharda... Az kaldı... O zaman içlenecek... Öfkesi, hüzüne bırakacak yerini...  O zaman biz yine onunla beraber ağlarız... O yukarıdan bağıra bağıra... Ben camıma onun gözyaşları akarken içeride sessiz sessiz.... Seviyorum ben bu adamı.... Yerine adam tanımam... En büyük aşkım... En haşin, en deli erkeğim benim İstanbul!

Akşama yine kendimi onun kollarına bırakacağım... Cehennem ateşleriyle kavrulan erkeğimin kucağına düşeceğim... 


26 Ağustos 2013 Pazartesi

Bir Oğlum Olsun



 Bir oğlum olsun;
Zayıf olduğu anı bilecek denli güçlü,
Korktuğu zaman kendini bulabilecek denli cesur.
Şerefli bir yenilgide gururlu ve eğilmeyen,
Fakat zaferde yumuşak ve alçak gönüllü olsun.
...

Bir oğlum olsun;
İstekleri yaptıklarının yerini almasın ve bilginin temel taşının kendini tanımak olduğunu kavrasın...
Kolaylık ve rahatlık yolundan değil,
Güçlükler ve savaşımlar yolundan gelsin ki,
Fırtınada ayakta durmayı öğrensin.
Bunu başaramayanlara da şefkatli davransın.
...

Kalbi temiz bir oğlum olsun, amacı yüksek olsun.
Başkalarını yönetmeden önce kendini yönetebilsin.
Gülmeyi bilsin ama ağlamayı da hiçbir zaman unutmasın.
Geleceğe yönelebilsin ama geçmişi unutmasın.
...

Alçak gönüllü olsun ki; her zaman büyüklüğün sadeliğini,
Açık fikirliliğin bilgeliğini, gerçek gücün değerini anlasın...
O zaman ben, “Boşuna yaşamamışım” diye fısıldamaya cesaret edeyim..

(...Arthur)

Böyle evlatlar yetiştirebilme umuduyla... 


Yurdum Erkeğinin Sonradan Görme Halleri

Çalıştığım ofiste tüm yazı Kuzey Kutbunun en soğuk noktasındaymışçasına geçirmeme neden olan da yurdum erkeğinin umarsız tavırlarıdır. Erkekler doğal postlarıyla* (bkz. ataları olan her tarafı kıllarla kaplı neandertaller)  yaşadıkları için yaz ortasında klimaları sonuna kadar açarak size penguen muamelesi yaparlar. Dizlerimin üstünde yün şal, sırtımda kışlık hırka, parmaklarım mosmor bilgisayar klavyesini tıkırdatırken, homurtularım çalışan klimanın vızıltılarına karışıyor. Aldıran yok elbette... Bense elimden geldiğince optimist olmaya çalışıyorum. Soğuktan gerilmenin cildimi güzelleştireceğine inanıyor, hatta ölürsem mumyalanmaya bile gerek kalmadan en az yüzyıl bozulmadan kalabileceğime inanıyorum... İnanmak istiyorum... Duyarsız Türk erkeğinin sizin üşümenizle ilgilendiği yok... Onlara göre çözüm belli! Giyinme efendim, ince bluz, kısa etek! Ne yapalım yazın sıcağında metroya biniyorsan? Kalın bir şeyler giyin gel üşüyorsan! 
Tıpkı kendileri gibi, o metroda kokar mısın terden, isilikler çıkarır mısın? Kimsenin umurunda değil...
Metro demişken... Belediyenin metro girişinde oksijen maskeleri dağıtmasını talep ediyorum! Mesela Akbil’i bastın mı? Makinenin içinden otomatik maske çıkacak! Sen kendince en uzun ne kadar nefes tutabilirim yarışına girmeden ve ciğerlerine işkence etmeye son vererek paşa paşa takacaksın maskeni.
Arkadaşım, su mu yok? Arkadaşım, hiç mi kokmazsın kendine?


O nasıl bir koku, o nasıl bir duyarsızlıktır? Şehrin ortasında, baksan adam diyeceğin o mahlukat, dersin ki doğduğundan beri su yüzü görmemiş bir primat...  En iyi bir tahmin; Homo Sapiens döneminden beri yıkanmasa ancak o koku çıkabilir... Bu su düşmanlığı nedendir?  Tüm erkeklerde gizli kuduzluk mu var? Su görünce fena mı oluyorsunuz? O kokuyu yapan vucüdu al hamama götür, üstünden çıkacak kir, su giderlerini tıkar. Yoksa mümkünü yok, 1 yıl önce dahi su görmüş bedenden o bayıltıcı gaz etrafa yayılmaz. Tıpkı ozon gibi bu kokunun da doğaya, dünyaya zararı var. Çevrecilerin bu konuya da acilen el atmalarını istiyorum. Yazık, günah bu gezegendeki diğer canlılara.
Bu sorunun tek iyi tarafı; 3 durak boyunca nefes tuttuğumdan, ciğerlerim genişledi. Maraton koşsam, 4  kat genişlemiş ciğerlerimdeki nefesle 2 tur bindiririm diğer atletlere. Hatta tüpsüz dalış şampiyonuna kafa tutuyorum, benimle yarışsa, ağlar hırsından. Benim kadar nefes tutabilsin, bundan sonra söz,  malzemelerini ben taşıyacağım.


Olimpiyat takımına resmen başvuru mu yapmak gerekiyor, yoksa buradan da başvuru sayılıyor mu?  


25 Ağustos 2013 Pazar

Pişmanlıklar

Hayatta herkesin pişmanlıkları vardır. “Benim yok” diyen biri varsa, demek ki  hayatı yaşamamıştır. Pişmanlıkların şekli, sebebi onlarca çeşit olabilir. Şimdi ben size çoğu kişiye basit gelecek ama bence her kadının hayatında en az bir kere yaptığı bir pişmanlıktan söz edeceğim.
Herkes peri masalı yaşamak ister. Herkes ilk görüşte aşkı yaşamak, “ilk görüşte aşk” olmasını ümit eder. Şöyle bir bakınca resme, güzeldir ilk görüşte aşk. Romantiktik, masalsıdır. Kim yaşamak istemez ki? Başına gelse insan bunu yaşayanın dünyada sadece kendisi olduğunu sanır. Oysa bu kocaman bir hatadır.
İlk görüşte aşk diye bir şey yoktur! Seyrettiğimiz filmlerden, dizilerden, kitaplardan bizlerin beyinleri o kadar yıkandı ki, biz de sanki ilk görüşte aşk olmazsa hiç bir zaman aşk olmayacakmış gibi hissettik. Biz derken benim gibi bir kaç iflah olmaz romantikten söz ediyorum. Genel olarak değerlendirmiyorum konuyu.       
İşte böyle bir kafayla bundan bir kaç sene evvel biriyle tanıştım. Bir arkadaş vasıtasıyla tanıştık. Arkadaşım şehirde olmadığı için gelen bu yabancıya ben eşlik edeyim diye ricada bulundu. Yabancı biri şehrimize gelmiş, elbette yalnız kalmasın diye irtibata geçtim. Ben de zamanında bilmediğim şehirlerde yapayalnız kaldığım için bilirim bu duyguyu. Elimden geldiğince benim yapabileceğim bir şey varsa kime olsa yardımcı olurum.
Böylece tanıştık... Tanıştığımız andan itibaren öyle çok güldük, öyle esprili laflar ettik, öyle keyifli zaman geçirdik ki ben en yakın arkadaşım gibi hissettim onu.  Genelde benim beğendiğim tipe de uymadığı için en baştan itibaren romantik anlamda hiç düşünmedim. Neden bilinmez,  bir de kim öğretmişse romantık ilişkide, illa adam ağır abi olacak, karizma yapacak, Kadir İnanırvari tavırlar takınacak vs vs diye düşünürüz. Sürekli güldüğün, kahkahalar attığın, her şeyle dalga geçtiğin, saatlerce hiç bıkıp usanmadan konuştuğun, üstelik anlattığın en dandirikten saçmalıkları bile ilgiyle dinleyen biriyle saatler geçirdiğinde karşındakinin romantik ilişki için değil de askerlik arkadaşınmış gibi olmasını bekliyorsun. Bekliyorsun da pek iyi bir halt etmiyorsun.
Aradan geçti 4 yıl...  Bu arada bağlantıyı hiç koparmadık... Mailler, telefonlar, mesajlarla neler yaptığımızı sürekli birbirimize anlattık. Doyamadığım aptallığımla kanka gibi  davrandığım adam  bu arada evlendi. Çok sevindim elbette onun adına... Bu zaman içinde yolu tekrar bu şehre düştü bir kaç kez. Her gelmesinde ne yapıp edip görüştük. Ben iki elim kanda olsa onu görmek için hep zaman yarattım... O benimle görüşebilmek için sahip olduğu bir kaç saati hep kullandı...
Onca seneden sonra farkettim ki, ben ona aşık olmuşum... İyiliğine, doğruluğuna, dürüstlüğüne, cömertliğine, arkadaşlığına, en saçmaladığım anlarda bile beni küçümsemeden dinleyip mutlaka esprili bir yan bulmasına, dertleşmelerimize, öfke nöbetletimi kontrolüne, deliler gibi içmemize, çatlayana kadar yememize, saatlerce süren sohbetlerimizden bıkmamasına, nezaketine, sabrına, kendi dilinde benim hala bilmediklerimi büyük bir hevesle öğretmesine, adam adam olmasına aşık olmuşum... Yavaş yavaş olmuş bu... İlk görüşte olmadı ama... Anladım ki öyle bir şey yok zaten... Bir insan zamanla tanınır, zamanla kabullenilir...  Şimdi geriye dönüp bakıyorum ve keşke diyorum.... Keşke o kadar acele yargıya varmasaydım, bana da, ona da şans verseydim.
Şimdi sadece susuyorum...
Elbette hala görüşmeye devam ediyoruz,  her gün konuşuyoruz...
Ama ben aslında susuyorum...





Home, Home, Sweet Home

Herkes evini sever...Evidir nihayetinde...En rahat ettiği, en huzur bulduğu, dünyanın keşmekeşinden kaçtığı, kendi olabildiği, ağladığı, güldüğü, herkesten kaçabildiği ya da istediği herkesi davet edebildiği tek mekan, herkesin evidir elbette. 

Şu anda yaşadığım eve ilk taşındığımda 3 ay kadar kendime misafir muamelesi yaptım. Ben her şeye, her yere hemen alışamam. Yabancılarım başta. Evime taşındığımın 3.ayında farkettim ki, akşam işten geliyorum, koltuğun ucuna ilişiyorum, gece olsa da yatsam diye çekinerek duvarlara bakıyorum, sanki biri bir şey diyecekmiş gibi tedirgin zaman geçiriyorum. Koltuğun ucuna iliştiğimi popomdaki sızıdan anladım. Sonra kendi kendime kızdım emaneten oturduğum için. Sanki  birine ziyarete gelmişim de her an kalkıp gidecekmiş gibi. İşte 3 ayı evimde böyle misafir gibi geçirdikten sonra benimsemeye başladım. Neredeyse 5.yılımı dolduracağım dünyanın en güzel mekanında.
  
Şimdiyse benim çoktaaannn biten misafirliğimin yerine sürekli kapımda biten misafirlerim var. Komşularım onlar. Arkadaşlarım, yeğenlerim...

Şu duvarlar o kadar çok kahkahalara şahitlik etti ki...Nihayet gözyaşların yerine kahkahalara şahitlik edebildiler... Ediyolar... Gerçi arada yine Nisan yağmurlarını akıtıyoruz. Bazen ben yalnız, bazen arkadaşlarımla... Ama dedim ya, Nisan yağmurları onlarr. Kısa sürüyor. Şöyle bir akıtıyor sonra tekrar güneş açıyor...

İşte bu haftasonu yine güneşli günlerden biriydi. Duvarlarım yine kahkahalara şahitlik ettiler. Dilerim hep aynı şahitliğe devam ederler...

Bu haftasonunu harika geçirmeme sebep olan herkese, dostlarıma, komşularıma ama en çokta Can Dostum'a,... Aysin'im, arkadaşım, iyi ki geldin... İyi ki burdaydın... Hepinize teşekkürler...  

Böyle daha nice masaları donatalım birlikte...